24 Aralık 2012 Pazartesi

Mer’i Hukuk ve Hz. Yunus*

“Hukuk” ve “nizam” kavramları insanın var olduğu günden beri mevcut iki kavramdır. İnsanlara bir vasat sağlayan, bu vasatın kaidelerini inşaa ederek “belirliliği” tesis eden, belirlilik neticesinde “güvenliğini” muhafaza eden insan tüm bunları şüphesiz ki “hukuk” sayesinde gerçekleştirmektedir.

Hukukun muhataplarını çeşitli kategorilere ayırmak gerekirse: hukukun aralarındaki nizamı muhafaza etmeye çalıştığı vatandaşlar, hukukun uygulayıcısı olan hâkimler, hâkime hukukun uygulanması konusunda ve vatandaşa hakkını arama hususunda yardımcı olan avukatlar, hukuk teorisiyle ilgilenen bilim adamları ve nihai olarak hukuk kurallarını (=kanun) belirleyenler yani kanun koyucular başlıkları açılabilir. İlk dört başlık başka yazıların mevzuu olmakla birlikte bu yazıda kanun koyucular incelenmeye çalışılacaktır.

“Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan
Halka müderris olsa da Hakk’a asi olur!”


Hukuk, adaleti tesis etme amacına özgülenmiş tatbiki ve nazari bir disiplindir. El hak diğer bütün disiplinler gibi hukuk disiplininin de süjesi ve objesi insandır.

Kanunun muhatapları ve uygulayıcıları, yine kanun tarafından belirlenmesi hasebiyle, hukuk disiplininin konusudur. Ancak “kanun koyucu” sıfatını taşıyan kişiler hukuk disiplininin değil “hukuk felsefesinin” konusudur. Zira kanun koyucular, kanun koyma faaliyeti ile hukuk disiplinin faaliyetini de başlattıklarından; kanun koyucuların hukuk disiplininin konusu olması kronolojik olarak imkânsızlaşmaktadır.
Kanun koyucuların faaliyetleri neticesindedir ki mer’i hukuk meydana gelir ve gerek hukuk uygulayıcılarının ve gerek hukuk teorisyenlerinin faaliyet alanı başlar. Bu sebepledir ki kanun koyucuların mesuliyeti ve vatandaşların beklentileri artmaktadır.

Kanun koyucuda bulunması gereken onlarca haslet varsa da bunların hepsini yazmaya ne liyakatimiz ne de vaktimiz vardır. Ancak en temelden başlayarak yazmaya çalışırsak kanun koyucu evvelen “insan”dır. Bu insan olma bilinci şu sebeple mühimdir ki: İnsan; gerek felsefi, gerek ilmi ve gerek dini öğretilerin hepsinde kâinatın en önemli unsurudur. Ancak kâinat karşısında mevcut bir “hakikat” idesinin varlığı düşünüldüğünde rahatlıkla söylenebilir ki insan kâinattaki değerinin aksine hakikatte pek değersiz bir hâl alabilir. İşte bu “hakikat” mikyasınca değersiz olabilecek insan, kâinattaki değerini göz önünde bulundurarak kendini (fr. ego) “varlığın” merkezi zannetmeye başlar. Burada insanın gözden kaçırdığı bir nokta vardır ki o da kâinatın hakikatte değerinin ne olduğunu sorgulamamasıdır.

Tevrat’ta belirtildiği üzere söz söylemeye kadir olmayan insan hukuk kaidesi koyarken bu hakikati göz ardı ederse amaçlanan adaleti sağlamak bir yana adaletsizlik dahi söz konusu olabilir. Zira hatasız kaide koyduğunu zanneden kanun koyucu kendisini de hatasız zannetmeye başlayacaktır.

İnsanlığının farkında olan kanun koyucu durumları tespit, teşhis, tenkit ederken yani koyacağı kaidenin gerekçesini tespit ederken olayları analiz etmek için bir bakış açısı (ing. Stand point) belirlemelidir.
Kanun koyma faaliyeti (ing. Codification) neticesinde aslında arasında bir astlık üstlük ilişkisi olmayan, eşit statüdeki kişilerin, birbirlerinin hareketlerini sınırlandırması yetkisi ve beraberindeki sorumluluğu cemiyetin maşeri vicdanında oluşmuş teamüli bir kaideye dayandırılmazsa otorite tanımazlık mukadder olacaktır.
Kendinin farkına varan kanun koyucunun ikinci olarak idrakinde olması gereken muhatabının niteliğidir. İşte tam bu noktadadır ki Hazret-i Yunus’un beyti genel geçer bir kaide ortaya koymaktadır: “Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan/ Halka müderris olsa da Hakk’a asi olur.”

“Yetmiş iki millete bir gözle bakmak” tabiri çok ananevi ve latif gibi gözükse de hakikatine nüfuz edilmeye çalışıldığında oldukça zor bir hâldir. Bunun için bütün şartlanmaların (fr. Conditionné) kırılması ve yasa koyucuların hakikati mümkün olduğunca asli hali ile görebilmeleri ve anlayabilmesi gerekmektedir. Ancak bu şekilde hakikatin künhüne vakıf olabildikleri nispette eksik, hatalı ve kusurlu “yasa” koyulmayabilir; bu yasa koyucuların akıl ve gönüllerinin birlikte tasdik ve tayin ettiklerinin yasalaşmasını sağlar.
Bunun yanında “yetmiş iki millet” tabiri milletlerarası bir kavram gibi algılansa da; esasen “mikro kozmos” olan insanların her biri birer millettir. Bu açıklama şöyle bir sonucu doğurur “yetmiş iki millet” tabiri ile kastedilmek istenen “herkes” kavramıdır. Sual: “herkes” kavramının içine kimler girer? El cevap: Kanun koyucunun kendisinin de için de bulunduğu ve koyduğu kanundan etkilenen herkesi içine alan bir kavramdır “herkes” kavramı.

Yetmiş iki millete bir gözle bakılmadan, insan hakikatini anlamak ve nizamı sağlamak mümkün değildir. Zira, bu bakış açısına sahip olamayan kişi bazı meselelere tarafgir bakacaktır. Bazı meselelere tarafgir bakan kişi de adaleti tesis edebilecek evrensel geçerliliği olan yasaların çıkarılmasını sağlayamaz.

Adalet kavramı insanın dışındaki bir olgudur. Meselelere sadece kendi zaviyesinden bakanın adalet tesisi imkânsızken; muhtemel bütün zaviyelerden bakmayanın adalet tesisi de noksan olacaktır. Bugünkü tabirle ifade edecek olursak meselelere “objektif” gözle bakmadan adalet tesis edilemeyecektir.

Sorumluluğunun farkında olmayan, yetkisini suiistimal eden kanun koyucular; cemiyetin top yekûn helakine sebebiyet verirler. Bu netice belki kısa sürede, belki uzun sürede gerçekleşir ama muhakkak gerçekleşir. Belki koyulan gayrî adil kanunlar bir cemiyeti helâk etmez ama kendi aleyhine olan kanunu koyan kişileri yetiştirmek bir helâke kâfidir.

İşbu sebeplerle her ne kadar Hz. Yunus mezkûr beyti açıklamaya çalıştığımız bağlamda (ing. Context) zikretmemişse de hukuk zaviyesinden bir tahlil yapıldığında bu neticeye ulaştık. Sözün hikmeti bu neticenin de çıkarılabilmesini sağladı desek yanılmış olmayız. İşte Hz. Yunus’un kelâmı ayarında kelâm söyleyebilmelidir ki kanun koyucular, koydukları kanunun âlemşumüllüğünden ve cârîliğinden bahsedilebilsin. Bu tür yasalar, ancak aklı ve gönlü haktan başka bir şey görmeyen, kendisini hak karşısında yok olduğunun şuurunda olanların iradeli faaliyetleri sonucunda gerçekleşebilir.

Hem iç âlemlerinde, hem dış âlemlerinde (zahirlerinde ve batınlarında, kimliklerinde ve benliklerinde) saf, şeffaf ve berrak olabilenler ancak gerçeğin varlığını ve anlamını keşfedebilirler. Bu bakış ve görüştür ki, tezahürlerin içindeki asli olana mutabık yasaları keşfedebilir. Bu keşifler sayesinde varlığın görünüş ve anlamının künhüne vakıf olabilirler. Bu iş, kendini asli varlık karşısında ihlâs ile arındıran, durulaştıran ve berraklaştıran, kısaca kendini bilenlerin harcıdır. Bu kimseler, kendi sınırlılıklarını bilen, bunun koydukları yasalara etki etmesini önleyebilen, adeta kör, sağır ve işitmez bir varlığa dönüşen, başka ifadeyle kendi benliğini ve kimliğini asli olanda erittiği için görünmezleştirenlerin yasaları olur. Bu tür yasa koyucuların kanunlarına rıza gösterilir, serbest iradeyle itaat edilir ve teslim olunur.


*Rengahenk Dergisi Yunus Emre Özel Sayısı'nda yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder