11 Aralık 2013 Çarşamba

Rusya'nın Putin'inden Putin'inden Rusyası'na: Sovyet Sonrası Dönem

Bölüm 5. 3: Sovyet Sonrası Dönem



Bölüm 5. 3. 1: Yeltsin[1] Dönemi


Yeltsin dönemi Rusya’sında Batıcılar ve Avrasyacılar arasında yaşanan düşünce farkları nedeniyle ideolojik bir tabana oturan iki yeni fikir ortaya çıkmıştır. Bunlar Rusya’nın Batı ile bir arada olmasını ve işbirliği geliştirilmesini savunan Atlantistler (Batıcılar) ve hızlı Batılılaşmaya karşı olduğu için, onun yerine Rusya’yı Asya ve Avrupa arasında bir köprü olarak gören Avrasyacılardır.[2]

Sovyet sonrası dönemde Rus dış politika tartışmaları bu iki ana gurubun fikirleri çerçevesinde gelişmiştir. Bu bağlamda Yeltsin dönemi Rus dış politikası üç ana dönem göz önüne alınarak incelenebilir:

a) Birinci dönem Batı yanlısı çizginin öne çıktığı Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Mayıs 1992 arasındaki dönem;

b) ikinci dönem Mayıs 1992 ile Nisan 1993 arasındaki hem Batı hem de BDT’ye yönelişi içeren ve Batı ile ilişkilerdeki kopukluk dönemi;

c) Üçüncü dönem Nisan 1993’te ilk kez resmi Dış Politika Konseptinin oluşturulmasıyla daha tutarlı bir tabana oturan ve Yeltsin’in devlet başkanlığı görevinden ayrılıncaya kadar hem Batı hem de yakın çevreye karşı giderek sertleşen dış politika tarzının benimsendiği dönem.[3]

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen sonra Rusya’da SSCB’yi yeniden canlandırma ve merkezi ekonomik sistemi yeniden oluşturma görüşleri karşısında dış politikada Batı yanlısı iç politikada ise piyasa ekonomisini destekleyen görüşler hâkim olmaya başlamıştı. Yukarıda da belirtildiği gibi birinci dönem olarak adlandırılan bu dönemde daha çok Atlantist(Batıcı) fikirler ağırlık kazanmıştır. Rusya’nın Batı ile ilişkileri açısından romantik dönem olarak da adlandırılan bu dönemde Rusya Federasyonu için esas amaç, Bağımsız Devletler Topluluğunun (BDT) kurulması, dış yardım sağlamak için ABD başta olmak üzere Batı ile işbirliği ortamı yaratılmasıdır. Ayrıca Rusya Federasyonunun Sovyetler Birliği’nin uluslararası sistemde eskiden sahip olduğu statüyü kazanmasını sağlamak olarak belirlenmişti. Tüm bunların başarılabilmesi için dönemin Devlet Başkanı Boris Yeltsin ve Dışişleri Bakanı Andrei Kozirev Batı yanlısı bir tutum izlemeyi uygun görmüşlerdir.[4]

Bu şekilde içeride yaratılan hava Rusya’da iktidarda olan Atlantikçi ekibi (Bu ekibin başında Yeltsin en önemli isimleri ise Dışişleri bakanı Kozirev ile Başbakan Gaydar’dır.) daha çok güçlendirmiştir. Atlantikçilerin hedefi Rusya Federasyonu’nda Batı tipi demokratik değerleri, insan haklarını kabul eden ve hukukun üstünlüğüne inanan bir hukuk devleti kurma, serbest piyasa ekonomisini yerleştirerek ülkeyi hızla kalkındırma ve G7’lerin sekizinci üyesi yapma olmuştur.[5] Böylece Sovyetlerin yıkılmasının ilk yıllarında çıkış yolu olarak Batı dünyası özellikle de ABD yanlısı politikalar izlenmiştir.

Atlantikçi ekip dış politika açısından Soğuk Savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin dağılmasının Rusya’nın yenilgisi anlamına gelmediğini hatta Rusya açısından bunun bir fırsat olduğunu ileri sürmekteydi. Bu bağlamda Rusya dış politikasının birinci önceliğini Rusya’nın yakın çevre ile ilişkilerinde, Batı’da olan imajını zedeleyebilecek hareketlerden kaçınmak olarak belirtmişti. Bu dönemde Batı ile ilişkiler ve işbirliği birinci plana çıkmıştı. Batıcılar bu dönemde Rusya’nın yakın çevre ile ilişkilerinin önemini kavrasalar da Rusya’nın BDT içindeki liderlik rolü üstlenme isteği Batı ile ilişkilerde zorluk yaratacağı düşüncesi nedeniyle tehlikeli bulunuyordu. Dolayısıyla eğer Rusya’nın geleceği için Asya ile Avrupa arasındaki seçim yapılması gerekiyor ve bu karar Rusya’nın BDT ülkeleri ile ilişkilerini zararlı yönde etkiliyorsa bile Rusya Batı ile ilişkilerine öncelik vermek zorundaydı. Çünkü Atlantikçilere göre günümüzde Rusya ve Batı, demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisi gibi ortak değerleri paylaşmakta ve yine göç, terörizm ve radikal İslam gibi aynı tehlikelere karşı karşıya bulunmaktaydı.[6]

Yukarıda ele aldığımız geçiş döneminde hedeflediği başarıları yakalayamayan Rusya, yeni düzenin yarattığı hukuki yapı sayesinde demokratikleşme sürecini asabileceğini düşünmüş ancak bu hukuki düzendeki demokrasi, hukukun üstünlüğü, gerçek parlamenter rejim, kuvvetler ayrılığı, hür başın, sivil toplum v.b alanlarda tecrübesinin bulunmaması istikrarsızlığa neden olmuştur.

Demokratik Batı toplumlarında devletin temelini oluşturan görev ve sorumlulukların dağılımı, gücün nasıl sınırlandırılacağı ve bunun sade vatandaşları nasıl etkileyeceğine ait önceden anlaşmaya varılmış kararlar ve ciddi yasalar bulunmaktadır. Oysa Rusya‘da kanunlar sadece kâğıt üzerinde kalmakta ve uygulamaya geçilememektedir. Rusya’da halk pratikte yasalara başvurmamaktadır. Bunun en önemli nedeni ise Rus halkının henüz “vatandaşlık” ve “tebaa” kavramları arasındaki farkı kavrayacak süreci tamamlayamamış olmasındandır. Çünkü Rusya’da yöneticiler kendilerini ve politikalarını “yeni” ilan etseler bile değişen çok şey yoktur. Bunun nedeni ise geçmişten gelen gelenekler ve anlayışların insanın zihninden hemen silinemeyecek olmasıdır. Bu bağlamda değişen devlet yapısının bireyselliği öne çıkarmasına rağmen geleneksel SSCB yapısının Rus halkının kolektif anlayışını taze tuttuğu söylenebilir.[7]

Bu yüzden Federasyonun yapısı, heterojen etnik dağılım, dinsel faktörler “emperyal” tarih ve Sovyetlerden devralınan “süper güç” mirası Rusya Federasyonu’nda ulus-devletin “civic-anayasal” bir yurttaşlık ve ulusal kimlik ekseninde biçimlenmesini güçleştiren unsurlar olarak karşımıza çıkmaya başlamıştır. Bu yüzden Rusya federasyonu G. Nadia’nın da dediği gibi “Rusya Federasyonunda günümüzdeki temel sorun Komünist yönetimin geride bıraktığı enkaz birimleri bir araya getirecek güçte bir tutunum noktasının bulunmamasıdır.”[8]

Bu nedenle bu dönemde rasyonel ve kurumsal olarak nitelenen Batı modelinde toprak hukuku esası çerçevesinde iradi katılımın ön plana çıktığı milliyetçilik ve yurttaşlık anlayışının kavramsal temelleri geliştirilmiştir. Böylece Minecke’nin “yurttaş ulus” olarak da nitelediği bu yaklaşım aynı ulusal topraklar üzerinde yaşayan insanların etnik bir bağ olmaksızın “yurttaşlık” paydasında birleşebileceklerini ileri sürer. Bu nedenle yurttaş kimliği, ya da yurttaş milliyetçiliği demokrasinin kurumsallaştığı birey haklarının ön plana çıkarıldığı toplumlarda gelişebilmekte veya demokratik çoğulculuk ancak yurttaş milliyetçiliği ekseninde kurulabilmektedir.[9] Milliyetçiliğin ana dayanağını etnisite değil, yurttaşlığın oluşturması ise, onun sınırlarını verili kimliklerin ötesine taşımakta ve farklı etnisiteden gelenler de kendilerini aynı toplumun bir üyesi olarak hissedebilmektedirler. Böylece bu toplumlarda bireyler iradi ve katılımcı bir üye olmakta ve farklı kimlikler “anayasal vatandaşlık” sayesinde bir üst kimlik olarak toplumdaki farklı unsurları birleştirici bir görev üstlenebilmektedir. [10]

Yukarıda değindiğimiz anayasal vatandaşlık vatan sevgisinin dayanağını etnisiteyse değil Batı’nın getirdiği yeni modele (aidiyet hissine) bırakmıştır. Ancak Batı’dan beklenen desteğin gelmemesi ve iç politikada buna tepki olarak Batı’yı ve Batı’nın getirdiği düzeni (anayasal yurttaşlık) reddediş kimliksel noktada bir kırılmaya sebep olmuştur. Bu kırılma ise kimlik algılayışını dinsel, etnik, siyasi, ekonomik v.b. pek çok unsuru içeren kompleks bir soruna/sürece dönüştürmüştür.

Bu kimliksel kırılma sonucu ortaya çıkan Avrasyacılar, uluslararası sistemde hala ekonomik ve siyasi etki savaşının yaşandığını ileri sürerek Rusya’nın çok boyutlu dış politika geliştirmesini ve izlemesini istiyorlardı. Bu açıdan bakıldığında bu görüşlerin milliyetçi görüşlere yakın olması dikkat çekicidir. Avrasyacılar temelde hükümetin Batı yanlısı tutumunu bağımsız Rus dış politikasına ters düştüğü için eleştiriyor ve Rusya’nın kendi jeostratejik çıkarlarına dayanan daha dengeli bir strateji benimsemesi gerektiğini vurguluyordu. Onlara göre Batı, Rusya’ya karşı düşmanca olmasa da siyasi işbirliği ararken veya yardım ederken kendi çıkarlarını düşünmekteydi. Dolayısıyla Batı yardımı dikkatli kullanılmadığı zaman Rusya’daki ekonomik gelişimi olumsuz yönde etkileyebilirdi.[11]

Sovyet sonrası Rus dış politikası incelendiğinde genel olarak yukarıda belirtilen bu iki fikrin farklılaşan iç ve dış faktörlere bağlı olarak ağırlıklarının değişerek farklı dönemde egemen olduklarını söylemek mümkündür. Böylece ikinci dönem olarak adlandırdığımız süreçte Sovyetlerin dağılmasından hemen sonra yaşanan ilk dönemde hâkim olan Batı yanlısı tutum yavaş yavaş terk edilerek Avrasyacı fikirler ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu dönemde milliyetçi fikirler yaygınlaşmış ve Batıcılar arasında Rusya’nın milli menfaatlerinin belirlenmesi ve bu amaçlara ulaşmada seçilecek politikalar hakkında görüş farklılıkları ortaya çıkmıştı. İç politika ve ekonominin söz konusu olduğunda her iki grup da aslında Rusya’da demokrasinin yerleşmesi ve Rusya’nın piyasa ekonomisine geçiş sürecini destekliyorlardı. Aralarında var olan görüş farklılıkları ise Rusya’nın Batı demokrasisi ve ekonomik sistemini ne şekilde adapte etmesi gerektiği ile ilgiliydi. Her iki grup arasındaki fikir ayrılığı yukarıda Rus dış politikasının üçüncü dönemi olarak adlandırılan 1993 ilkbaharından itibaren azalmış ve 1993 Nisanında ilk kez Rus Dış Politika Konseptinin hazırlanması ile dış politikanın temel prensipleri üzerinde genel bir fikir birliğine varılmıştır. Bu dönemde her iki grup arasında detaylardaki farklılaşmaların sürmesine rağmen, öncelikler ve temel çıkarlar konusunda anlaşma sağlanmış hatta o dönemde iç siyasi gerginliğin artmış olmasına ve dönemin Devlet Başkanı B. Yeltsin ile Yüksek Sovyet arasındaki güç savaşının sürmesine rağmen Rus dış politikası ile ilgili tartışmalar azalmıştır.[12]


                              Boris Yeltsin

Bu bağlamda Yeltsin, 3 Mart 1994’te Rusya Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmasında, Rusya’nın IMF’nin çizdiği yoldan değil de Rusya’nın benimseyeceği yoldan gideceğini açıklaması Rus ulusal kimliğinin sert bir kırılma yaşadığının açık bir göstergesiydi. Çünkü halkın Batı’ya olan tepkisi sonucu ulusal kimlik düşüncesinde yeni bir algılayış başlamıştı ve bu algılayış Yeltsin’i Rus halkının kimliğini şekillendirme sürecinde yeni açılımlara itmekteydi. Bu duruma paralel olarak Rusya’nın dış politikasında da 1993’ten sonra oldukça radikal denilebilecek değişiklikler oldu. Böylece 1991–93 arasında Rus siyasetine yön veren ve Atlantikçi/Batı yanlısı grup tasfiye edilerek Avrasyacılar olarak tanımlanan ve Rusya’nın geleneksel değerlerine sahip çıkmasını savunan kişiler göreve getirilmiştir. Bu bağlamda da 1994 yılı boyunca Rusya çeşitli çatışmalarda dünya liderliği rolünü üstlenmeye çalışmıştır. Rus temsilcilerin İsrail-Filistin barış görüşmelerine katılmaları, Kuzey ve Güney Yemen arasındaki savaşta hakem olarak hareket etmeleri Bosna Hersek’te Batıyla işbirliği yerine Sırp yanlısı tavır takınmaları, yeni anlayışın örnekleri arasında akla ilk gelenlerdir.[13]

Yeltsin’in Batıya hitap ederken sık sık “Rusya’yı bir süper devlet olarak kabul edin, ona ayrıcalık tanıyın, NATO’ya alınacak yeni üyeler için veto hakkı isteriz, eskiden Sovyetler Birliği dahil olan ülkelerdeki anlaşmazlıklara müdahalede, Rusya’dan başka kimseyi sorumlu saymayın, buralara barış gücü gönderme tekelini bize bırakın, NATO’nun yenidünya koşullarına uygun yeni bir statü kazanması için düzenlemeler gerekli, bunda bizim mütalaamızı alın, Avrupa Güvenlik ve işbirliği konferansına üye devletleri içine alan ve bu örgütün, NATO üstünde bir statü kazanması girişimlerine başlayın, bizi dünyanın en büyük 7 devletinden oluşan G7 grubunun içine alın” gibi talepler ileri sürmesi, bu psikolojik eğilimlerden kaynaklanmaktadır.[14]

Aralık 1995 (Parlamento seçimleri) seçimleri ise bardağı taşıran son damla olmuştur. Çünkü halk Batı’ya olan tepkisini bu seçimlerde sandığa yansıtmış ve yaklaşan başkanlık seçimlerinde Batıcı bir liderin tercih edilmeyeceği çıkan sonuçlardan anlaşılmıştır. Bu bağlamda yeni bir düzene geçmenin zorunluluğunu hisseden Yeltsin, strateji değişikliği yapmak zorunda kalmış ve Batıcı kadroyu tasfiye etmenin zamanının geldiğini görmüştür. Çünkü bu seçimlerden Rusya Federasyonu Komünist Partisi birinci parti olarak çıkmış ve onu Jirinovski’nin liberal sağ partisi izlemiştir. Bu durumun nedeni ise Rusların, Sovyetler Birliği döneminde daha mutlu olduklarını düşünmeleri ve piyasa ekonomisinin, beklenenin aksine halkı fakirliğe sürüklemesi olmuştur. Ayrıca Sovyet dönemindeki “süper güç” kimliği yerini Batı karşısında ezilmişliğe bırakınca Rusya’da Komünist ve milliyetçi marjinal guruplar halk tarafından teveccüh görmüştür.


                                   Vladimir Jirinovksi

Bu dönemde iktisadi reformlara verilen öncelik ve izlenen siyasetler halkın çoğunluğunun beklentileri ile farklı çizgilerde devam etmiş, karşılaşılan siyasi ve iktisadi sorunların çözümünde ortaya çıkan görüş ayrılıkları ülkeyi sıkıntılı dönemlere sevk etmiştir.[15] Bu yaşananlar 1993 sonrası dönemde bir kırılma yaratmış ve halk Batı ile olan ilişkilere mesafeli bakmıştır. Bu paralelde 12 Aralık seçimlerinde uğradığı yenilgiyi “Biz dersimizi aldık” diyerek yorumlayan Yeltsin, tamamen Batılı bir siyasi modele dayanan yeni Rusya’nın yaratılmasında başarısız olduğunu kabul etmiş ve eski müttefiklerinden ayrılarak Chernomirdin’in savunduğu orta yolcu siyaseti benimsemeye başlamıştı.[16]

Böylece halkın bu düşüncelerine cevap vermek amacıyla iç politikadaki yükselen sese kulak veren Yeltsin reformist politikanın iflas ettiğini kabul etmiş ve Batıcı kadroları tasfiye ederek Avrasyacı ekolün önemli isimlerini kazanmaya çalışmıştır. Bu bağlamda 1996 Ocak ayında Batı yanlısı ve yumuşak dış politika yürütmekle Duma tarafından eleştirilen Kozirev’in yerine Primakov’un dışişleri bakanlığına atanması Rus dış politikasındaki dönüşümün en önemli göstergesi olmuştur. Göreve başladığı günün ertesinde yaptığı başın açıklamasında halkın bu tepkilerini karşılamayı amaçlayan Primakov, Rusya’nın yeni dış politikasının eski Sovyet Cumhuriyetleri, Çin, Japonya ve Ortadoğu ülkeleriyle sıkı bağlar kurmak olduğunu açıkça vurgulamıştır. Böylece Rusya’nın Asya’da, Batının doğu ve güney doğuya doğru genişlemesini dengeleyecek siyasi ve askeri ittifak arayışı içinde olacağının işaretini vermiştir.[17]

Ancak Rusya, zayıf durumunun ve özellikle Batıya olan mali bağımlılığının dünya arenasında bağımsız hareket etmesine mani olacağı için uyumlu hareket etmek zorunda kaldı.[18] Bu zafiyet ve bağımlılık dolayısıyla Rusya liderliği eğer olaylara gerçekçi bir şekilde bakılırsa Primakov doktrinin esaslarına göre hareket edemedi. Bu doktrin 1996–97 yıllarında NATO’nun genişlemesi pazarlıkları döneminde Irak çevresindeki kriz (Kasım 1997 – Mart 1998) sırasında ve Kosova krizi (1999 baharı ve yazı) sırasında olmak üzere üç kere sınandı. Bütün bu olaylarda Rusya, ABD ve Batı ittifakı sert tartışmalar yapmak zorunda kaldı. Bu üç olayın ikisinde NATO’nun genişlemesi ve Kosova krizinde –Batı ittifakının hedefine ulaşmasıyla asla kıyaslanamayacak ölçüde sembolik karışıklıklarla kendini(Rusya) tatmin ederek geri adım attı. Sadece Irak krizinde geçicide olsa Moskova bir başarı elde edebildi.[19] Ancak Rusya’nın sistemde daha etkin rol alma isteği uluslararası arenadan dışlanmasına neden olmuş ve bunun getirdiği büyük ekonomik kriz daha rasyonel politikalar üretilmesini zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda süper güç olma iddiasındaki Rusya şimdilik bölgesel bir güç gibi hareket ederek, Avrasyacılığın da etkisiyle, eski SSCB ülkelerinde kaybettiği etkisini yeniden kazanmaya çalışmaktadır. Buna da Orta Asya ülkelerinden başlamıştır. Renkli devrimler sonucu iktidarlarını kaybetme endişesi yaşayan Orta Asya liderleri Rusya ile yakınlaşma politikaları izlemektedirler. Bunun bir sonucu olarak 14 Kasım 2005’de Özbekistan ile Rusya arasında ittifak anlaşması imzalamıştır. Kazakistan ise, Rusya ile yakınlaşmasını sürdürmektedir. İlginç olan nokta Rus dış politikasındaki bu kazanımların, Rusya’nın uyguladığı politikanın başarılı sonucu değil, ABD’nin bölgede uygulamaya çalıştığı politikaların olumsuz sonucu olarak ortaya çıkmasıdır.[20]

Rusya 21.yüzyılın fırsatlar bölgesi olarak nitelendirdiği Avrasya’da “büyük oyun”un “büyük gücü” olmaya çaba harcamaktadır. Rusya, yeni büyük oyunun galibi olarak pekiştireceğini düşündüğü büyük güç statüsünü global güce tekrar ulaşmada bir atlama taşı olarak görmektedir. Bu nedenle Afrika, Latin Amerika ve hatta Ortadoğu gibi uzak çevreye yönelmektense yakın çevre olarak nitelediği eski Sovyetler Birliği ülkelerine bir başka ifadeyle Avrasya’ya yönelimi daha rasyonel bir açılım olarak değerlendirmektedir.[21]

Yeltsin döneminde resmi anlamda (hükümet düzeyinde) Avrasyacı politikaları Viktor Chernomirdin hükümetleriyle görmekteyiz; devletin yeniden merkezileşebilmesi ve Batı’nın tek model mantıcına tepki verebilmesi amacıyla Atlantikçiliğin eleştirisi olarak Avrasyacı görüş, yakın çevre modelini de birlikteliğinde getirmektedir. Nitekim yüzölçümü şartlarında, Rusya topraklarının büyük bir bölümü Asya kıtasında yer almaktadır ve bu genişlik Batının dışında Moskova’ya yeni alternatif ilişkiler modellerini de sunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Avrasyacılık daha çok jeopolitik/lojistik bir anlam taşımaktadır; bu anlam aslında coğrafyaya dayalı bir kimlik arayışıdır.[22]

Yeltsin bu düşünceyi hayata geçirmek için ilk kademede 3 devletten oluşacak bir Slav birliği kurmuştur. Ancak bu birlik kendi içinde tam bütünleşememiştir. Çünkü Ukrayna lideri Krauçuk anlaşmayı tedricen ayrılığa götürecek bir vasıta olarak görürken Yeltsin tam tersi bir düşünceyle kafasında AB modeli bir bütünleşmeyi tasavvur etmiştir. Bu yüzden de Ukrayna, Yeltsin’in amacının farkına varmış ve topluluğu kurumsallaştırmaya karşı çıkmış ve topluluğun sadece tavsiye istişare yetkileri ile donatılmasını istemiştir.[23] Bu farklı düşünceler bağlamında toplanan bu üç devlet lideri Gorbaçov’un en son sunduğu “Birlik Antlaşması” modeli üzerinde anlaşamamış ve Cumhuriyetlerin Sovyetler Birliğinden ayrılması ve Bağımsız Devletlerin kurulması sürecinin gerçeklik kazandığını belirtmişlerdir.[24] Böylece ilk adımı atılan BDT yapılanmasına diğer Cumhuriyetler de iştirak etmiş ve 1994 yılından sonra aktif hale getirilen “yakın çevre” politikasının temeli atılmıştır.


                            Uzaydan Avrasya

Avrasyacılığın getirdiği “yakın çevre” politikasını iki açıdan ele almak olasıdır: bölgesel anlamda yakın çevre doktrininin işlevselleştirilmesi ve küresel anlamda Asya, Afrika ve Üçüncü dünya ülkelerine yönelik özel politikaların üretilmesi. Rusya’nın BDT ülkeleriyle olan bağları asimetrik karşılıklı bağımlılık gerçekliği çerçevesine dayanırken, devlet aygıtının kapasitelerinin Sovyet sonrası dış politika önceliklerine göre yeniden tanımlanması gerekmişti.[25]

Bundan dolayı Rusya 1993’ten itibaren dış politikasını da yeniden düzenleme yoluna gitti. “Yakın Çevre” politikası ile Rusya, Orta Asya ve Kafkasya’daki çıkarlarını ne pahasına olursa olsun koruyacağını açıkladı. Bu nedenle Rusya bütün dikkatini BDT coğrafyasına yöneltti. Ayrıca SSCB’nin dağılması sonucunda bağımsızlığına kavuşan cumhuriyetlerdeki Rus azınlığın her türlü haklarının korunmasını devlet politikası olarak ilan etti.[26]

Avrasyacılığın diğer önemli dış politika açılımı Asya kıtası çerçevesindeki işbirlikleridir. Bu bağlamda Primakov’un öne sürdüğü üçgen yaklaşımı, Rusya-Çin-Hindistan işbirliği kapsamının geliştirilmesine yönelikti. Nitekim Çin-Rusya arasındaki ikili ve bölgesel düzeylerdeki ilişkilerin yapısal açılardan güçlendirilmesi, Rus devletinin resmi doktrinlerinde de yer almaktadır. Batı karşıtı düşünceleri motive eden başka bir alternatif de Rus-Hint işbirliği modeli gibi görünmektedir; bu bağlamda Yeltsin dönemi Rusya’nın ABD’yi de bu model içerisine çekmek istemesi, hem taktik davranış olarak yorumlanabilir, hem de Atlantikçi-Avrasyacı görüşlerin ortak paydaları olarak ele alınabilir.[27]

Batı’nın özellikle de ABD’nin tek kutupluluk anlayışına karşı Primakov politikaları ile birlikte Rusya’nın çok kutuplu sistem yaklaşımı ile statükoculuğu benimsemeye çalışması, iç politika tartışmalarının da merkezini oluşturmaktadır. Avrasyacı paradigmanın uluslar arası sistem çözümlemesi için çok kutupluluk perspektifini ileri sürebilmesi, devlet aygıtının güçlendirilmesi şarttır ve bu bağlamda merkeziyetçi politikaların genelleştirilmesi, Avrasyacı paradigmanın içsel boyutunu oluşturmaktadır.[28]

Boris N. Yeltsin’in mirasının ve vasiyetinin bilânçosu yapılacak olursa ortaya şunlar çıkar:

- 2000 yılının Rusya’sı 10 yıl öncekinden tamamen farklı bir ülkedir. Sovyet sistemi geri gelmemek üzere yok olmuştur. Onun yerine, içinde düşünce özgürlüğü, başın özgürlüğü, çok partili sistem, özgür ve gizli seçimlere dayalı bir hukuk devletinin var olduğu demokratik bir Rusya gelmiştir. Elbette daha birçok eksikler ve çeşitli yolsuzluklar da var. Fakat bu prensipler yalnızca anayasa tarafından garanti altına alınmakla kalmayıp uygulanmaktadır.

- Planlı ekonomi sistemi ve devlet mülkiyetinin yerini serbest piyasa ekonomisi ve özel mülkiyet almıştır. Bu süreç büyük ölçüde tamamlanmıştır. Kuskusuz burada uygulanmakta olan piyasa ekonomisinin çok defa rüşvet ve organize suçlarla bağlantısı olan vahşi bir kapitalizmin özelliklerini taşıdığı doğrudur. Fakat bu yeni ekonomik düzen gelişmektedir.

- Yalnızca doğrudan kendi çıkarlarının değil ülkenin sorunlarının da bilincinde olan, yeni bir politik sınıf (Avrasyacılar ve Atlantikçiler) doğmuştur. Bu sınıf ülkenin problemlerin çözümü için farklı, kısmen çelişkili anlayışlar geliştirmektedir.

- Şimdiye kadar Rus imparatorluğunu güvenilir biçimde bir arada tutan federal bir yapı bulunamadı. “Rusya federasyonu” daha çok parçalanma tehdidi altındadır.

- Rusya süper güç olma özelliğini büyük ölçüde yitirmiştir ve bu Rus halkının büyük devlet bilincini kışkırtmaktadır.

- Ekonomik istikrarın işaretleri elde edilenlerin stabilize edilmesini ve hala çözülmemiş olan problemlerin asılmaya başladığı umudunu veriyor.

Bu paralelde A. Sobçak biyografisinde “Yeltsin Rusya’sının genel durumunu, ”yarım demokrasi” ve “yarım piyasa ekonomisi” olarak tanımlıyor ve bu durumdan demokratik hukuk devletine geçiş yapılmasını talep ediyor.[29]

Sonuç olarak jakoben bir oluşum süreci yaşamak zorunda kalan Rusya, Yergin ve Gustafson’a göre 1990’lı yıllarda çok zor üç geçişi gerçekleştirmek zorunda kalmıştır. Bunlardan ilki diktatörlükten demokrasiye geçiş, ikincisi merkezi güdümlü bir ekonomiden pazar ekonomisine geçiş ve üçüncüsü ise dört yüzyıllık bir imparatorluktan ulus-devlete geçiştir.[30]

SSCB’nin ardından enkaz halindeki yapısal bir mirası ve prestij, başarı ve gururla yüklü bir geçmişi devralan Rusya Federasyonu’nun on yıllık deneyimlerine baktığımızda ilginç bir sürece tanık oluyoruz. Yönetici kadroları çoğunlukla değişmemiş olsa da, geçmişin tersi bir ekonomik söylemi izlemek zorunda kalmaları ya da buna ayak uyduramamaları, belirgin bir yönetim boşluğu belirtilerini vermeye başlamıştı. On yıllık bir muhasebe ile birlikte, günümüz Rusya’sı oldukça zorlu bir süreci yaşamıştır diyebiliriz. Dönüşüm hiçbir ülkede sancısız yaşanmıyor, hatta birçok sorgulamaları ve tereddütleri de birlikteliğinde getiriyor. İç politikasında yapısal anlamda istikrar arayışında olmaya çabalayan bir ülkenin dış politika davranışlarının da dışsal (sistem değişkenleri) ve içsel (toplumsal, hükümet, bürokratik ve lider değişkenleri) etkenlerin etkisinde kalması kaçınılmazdır.[31]

Vladimir Putin’in iktidara gelmesiyle beraber, Rus dış politikasında etkin rol üstlenen siyasal ve idari birimler de ve onların söylemlerine yapısal bir değişim söz konusudur. Nitekim bu bağlamda, Putin’in merkeziyetçilik politikalarıyla birlikte söylemler arasındaki geçişlerin dış dinamiklerden ve iç dinamiklerden nasıl etkilendiğini de irdelemek çabasındayız.[32]

Bölüm 5. 3. 2: PUTİN DÖNEMİ (2000- 2008)


                       Vladimir Vladimiriç Putin

Putin, 23 Mart 2000’de yapılan başkanlık seçimlerini büyük oy oranıyla kazandı. Putin’in önünde ekonomik sorunlar, merkez-bölgeler anlaşmazlığı, ülkenin uluslar arası arenada yeniden prestij kazanması, nüfus ve göçmen sorunu, iktidarı yönlendirmek isteyen büyük sermaye çevreleriyle mücadele, uluslararası terörizmle savaş gibi birçok çözüm bekleyen sorun vardı. Yeltsin’in aksine Putin kararlı, enerjik, dikkatli siyasetiyle halkın gözündeki popülaritesini artırdı.[33]

Putin’in iktidara gelmesiyle Rusya’nın kimlik, uygun federal yapı ve misyon arayışlarının büyük ölçüde arttığı görülmüştür çünkü bu yönde atılan adımların daha kararlı ve “sert” olduğu söylenebilir. Putin’in su anda izlediği iç ve dış politika sert ve tutucu olmasına karşın halkın çoğunluğu tarafından desteklenmektedir. Bunun en önemli nedeni Rus halkının eski güçlü olduğu döneme duyduğu özlemdir. Putin, 5 Mayıs 2000’de Devlet Başkanlığı koltuğuna otururken yaptığı konuşmada Rus halkına yeniden güçlü Rusya vaat etmişti. Tabi ki bu hemen olacak bir durum değildi ve bir dizi reformun gerçekleştirilmesi şart olmuştu. Böylece bu reformlar yavaş yavaş hayata geçirilmeye başlamıştı.[34] Bu bağlamda Rusya’nın büyük bir devlet olduğunu her fırsatta dile getiren Putin, gerek iç politikada, gerekse dış politikada “güçlü bir Rusya” imajını oluşturma faaliyetine başladı. Putin’in politikaları toplumun geniş kesimlerinde yankı uyandırdı ve ona “birleştirici bir lider” özelliği kazandırdı. Bir yandan piyasa ekonomisi reformlarını desteklerken, bir yandan eski Sovyet marsını Rus ulusal marsı yapmaktan kaçınmaması, federe birimleri merkezi yönetime daha sıkı bir şekilde bağlaması, siyasetçi ve/veya medya patronlarını “başın özgürlüğünü kısıtlaması” eleştirilerine bakmaksızın, kamu düzeni ve asayişi, batılı demokratik değerlerden çok önemsemesi bu özelliği pekiştiren olgulardandı.[35]

Bu dönemde Putin hem Rus hem de Sovyet vatanseverliğine başvurmuştur. Putin’in bu davranışı çok değişik görüşte olan kişilerle iyi ilişkiler kurmasını mümkün kılmıştır. Onun Yeltsin’den farklı olarak Sovyet devletine yaklaşımı yalnızca Rus siyasi yelpazesinin en ucunda bulunan liberalleri rahatsız etmiştir. Komünistler ve milliyetçiler sayısal olarak liberallerden daha güçlü olduklarından liberallerin düşüncesi de Putin’i endişelendirmemektedir. Putin’in hem Bolşevik ihtilali öncesi Rusya ile hem de Sovyet dönemi ile gurur duyulmasını yerleştirmek ve bunlardan birine veya pek çok durumda her ikisine de gönül vermiştir. Geniş kitleleri cezp etmek arzusu, 8 Aralık 2000’de Duma’yı dört yasayı ezici bir çoğunlukla kabul etmeye kolaylıkla ikna etmesiyle dramatik bir şekilde sembolleşti. Bu yasalardan ikisi üç renkli bayrağın Rusya Federasyonu’nun bayrağı ve iki başlı kartalın devlet sembolü olarak benimsenmesi ile ilgiliydi. Bunlar imparatorluk Rusya’sının Sovyet sonrası Rusya’da devam ettiğinin göstergesiydi. Ama Putin 4 Aralık 2000’de televizyonda yaptığı konuşmada da Sovyet dönemi Rus milli marşının güftesinin değiştirilerek bestenin aynı kalacağını ve bu haliyle Rus milli marsı olacağını ve Sovyet döneminde olduğu gibi Rus Silahlı Kuvvetlerinin sancağı olarak kızıl bayrağın kullanılacağını gündeme getirdi.[36] Böylece Putin, Sovyet dönemi ve Çarlık dönemindeki sembolleri Rusya Federasyonunun kimlik kurgusunda bir araç haline getirmiştir. Bunun sebebi ise Putin’in, Rus siyasetine hâkim düşünceleri kendi sahsında bir senteze ulaştırabilmiş olmasıdır.

Bu bağlamda değineceğimiz ilk akım, Zugyanev’un Komünist Partisi’nde yerini bulan kızıl milliyetçiliktir. Bu akımın beslendiği yer Stalinist rejimin hatıraları, “Rus Ruhu”nun mistikleştirilmesi ve tarihsel süreçte Rus devletinin oynadığı medeniyet götürücü (modernlik ve kültürünü bir başka ülkeye aktarabilme) roldür.

İkinci akım Grigori Yavlinski ve partisi Jabloka’nın temsil ettiği görüştür. Buna göre kapitalizm dünya çapında toplumsal gelişmenin en son basamağıdır. Kapitalizmin gelişmesi tabii olarak demokrasinin, demokratik iktidar mekanizmalarının gelişimini de kaçınılmaz kılacaktır.

Üçüncü akım Jirinovski ve onun partisi tarafından temsil edilen anti-komünist milliyetçiliktir. Bu görüş saldırgan bir yabancı düşmanlığına, şovenizme, fanatik emperyalist ve yayılmacı çabalara ve faşist demagojiye dayanmaktadır.

Bu siyasi akımlar Sovyetler Birliği sonrasında ortaya çıkan iktidar piramidinin üç sacayağını teşkil etmektedir. Çünkü Putin, devletin “genel çıkarları” adına her üç siyasi akımın uygun yanlarını almıştır.[37]

Ayrıca Putin’in iktidara gelişiyle birlikte, devletin yeniden tanımlanması ile toplumdaki kimlik bunalımı arasındaki farklılaşmanın giderilmeye çalışıldığı gözlemlenmektedir. Toplumsal uzlaşıyı cesaretlendirmek amacıyla ılımlı bir muhafazakârlık anlayışının devlet düzeyinde geliştirildiğini ve yerleştirildiğini hatta bazı yazarlara göre “kadife otoritecilik” yaklaşımının devlet-toplum arasındaki ilişkilere uyarlandığını ve devlet dışı ve merkez dışındaki aktörlerin etki alanlarının sınırlandırıldığını ya da yeniden tanımlandığını, Putin döneminde görmekteyiz.[38]

İç politikada bu şekilde yeni bir yapılanma sürecini başlatan Putin’in dış politikaya bakış açısı karmaşık gibi görünse de konjonktürel anlamda fırsatları sonuna kadar değerlendirmeye çalışan ve kendi söylemini seçeneksizleştirme çabasında olan bir eğilim sergilemektedir. Çünkü Putin Rusya’sının temel dış politikası “çok kutuplu dünya” tezine dayanmaktadır. Bu bağlamda, siyasal güçlerin (komünist düşünce, milliyetçi düşünce, Ortodoks düşünce v.b) merkezi eğilimlere çekilmesinin sağlanması ve Atlantikçilik-Avrasyacılık sentezinin (pragmatist dış politika) Rus dış politikasının temellerine uyarlanması, Putin döneminin en belirgin özelliği haline gelmiştir.[39]

Putin dönemi dış politikasını üç aşamada ele almak olasıdır.

1- Başbakan olarak atanması ile Cumhurbaşkanlığı seçimleri arası dönemde ulusçu sloganların ağırlık kazandığı dönem;

2- Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Avrasyacı yaklaşımın tamamen egemen olması ve devletin merkezileştirilmesi sürecine hız verilmesi ile belirginleşen dönem;

3- 11Eylül sonrasında batılı ülkelerle işbirliğinin hızlanması ve Batı’nın da teşvikiyle Atlantikçi değerlerin tonlarına rastlanılan, Avrasyacı söylemin kısmen yumuşatıldığı dönem.[40]

Mayıs 1997’deki Yeltsin–Masadov Barış Antlaşması hükümleri ve tarafların soruna barışçı yöntemlerle çözüm bulunması yolundaki yükümlülüklerine rağmen S. Basayev ve H. Abdurrahman (Ebu Hattab) gibi komutanların emrindeki radikal İslamcı militanların Ağustos

1999’da komşu Dağıstan’a saldırmasıyla II. Çeçen savaşı başlamıştır.

II. Çeçen savaşının öncesinde Rus basınında yürütülen propagandayla Rus halkının giderek savaş yanlısı olmaya zorlanması ve arkasından gerçekleştirilen savaş şüphesiz Putin’in imajının oluşmasına katkıda bulunan faktörlerden birisi olmuştur. Dağıstan olayları ve Rusya’nın şehirlerinde apartmanlarda meydana gelen bombalı saldırılar toplumun devlete olan ihtiyacını artırırken olayların sonrasında Putin’in kararlı tutumu ve yeterlilik sergilemesi tamda geniş kitleleri etkileyecek türden bir davranıştı. Putin, vatansever, devletçi, Rusya’nın bütünlüğünden yana, ekonomide ve siyasette düzen sağlayacak bir lider olarak lanse edilmiştir. Yeni liderin imajının başarısının arkasında yatan neden 1990’lı yıllar boyunca Rus’ların özlediği iste bu düzen idi.[41] Zaten bu durum Rusya’daki SSCB’den miras kalan etnik sorunların artık kronikleşmeye başladığını göstermektedir. Öte yandan, etnik sorunlara bağlı savaş ve çatışmalar sürecinin seçim kampanyalarına malzeme olarak sunulması da düşündürücüdür. Kimliksel arayıştaki bir toplumu motive edebilmek için çatışmacı unsurların propaganda araçlarıyla öne sürülmesi, yönetim kademelerindeki krizin ve mücadelenin en önemli işaretiydi; hatta bu konunun “ulusal sorun” olarak lanse edilmesi de, üniter devlet konseptinin anayasal sürecin içinde yerleştirme çabalarının bir parçasıydı. Dolayısıyla, merkezi devletin bekası davası, birçokları için bu çatışmacı unsurlarla birlikte temel bir dış politika sorunsalına dönüşmüş durumdadır.[42]
Putin’in, Çeçenistan meselesini uluslararası terörizmle irtibatlandırmaya ve meseleyi özünde Rusya Federasyonunun bir iç sorunu olarak göstermeye çalışmasına rağmen konu Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi gibi uluslararası platformlara taşınmaya başlamıştır. Bu sorun 11 Eylül sonrası, Batı ile ilk defa işbirliği fırsatını yakalayan Rusya’nın Avrupa- Atlantik ailesine yanaşmasını zorlaştırmakta ve hatta Putin’in İngiltere ve ABD’yi teröre destek vermekle suçlamasına varabilecek kadar ilişkilerin gerilemesine sebep olmaktaydı.[43]

Bilindiği gibi Rusya’nın federatif bir yapıya sahip olmasının pek çok zorluğu vardır. Bu düşünce doğrultusunda federal birimlerin merkezi devlete bağlılığının devamını sağlamak en önemli hedeftir. Çünkü çok ve farklı etnik yapıya sahip bir devlette milli birliği sağlamak zordur. İnsanları etrafında toplayabileceğiniz milli bir ideolojinin olması gerekir. Ancak bu tarz ideolojiler bazı etnik yapıları, mesela Rusları merkeze çekerken diğerlerini de itebilir. Bu yüzden Rusya’nın en büyük problemlerinden biri komünizmin çöküşünden sonra milli ideolojinin yokluğudur. İnsanları bir arada tutmakta şimdilik savaşlar ve terör tehdidi, mevcut durumda Çeçen meselesi kullanılmaktadır. Böylece, toplum ortak düşman karşısında devlet etrafında kenetlenebilmektedir. Bu noktadan bakınca Çeçen savaşı amacına ulaşmıştır. Rusya açısından Rus birliklerinin orada aldıkları sonuç son tahlilde, ikinci derece önem taşımaktadır.

Çeçenistan’ın önemli isimlerinden Ahmed Zakayev (İngiltere’de CIA tarafından korunmaktadır.

Putin’in iktidara gelmesini meşrulaştıran II. Çeçen savaşı ile birlikte ulusçu ve merkezi devletçi söylemlerin ağırlık kazandığını söyleyebiliriz. Nitekim Putin’in başbakanlık ve cumhurbaşkanlığına vekâlet ettiği dönemlerde, gerek başın aracılığıyla Rus kamuoyuna, gerekse merkezileşme politikalarıyla ordu ve devlet organlarına, yeniden yapılanma sinyalleri verilmişti. Bu aşamayı Duma ve cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi olarak düşünürsek, ulusçu içerikteki sloganlarla halka belirli mesajlar verilmek istenmiş ve Putin’in siyasal kişiliğinin meşruluğunun sağlanması amaçlanmıştı. Bu bağlamda Sovyet devrinin büyük parlaklığının özlemi olarak 11 Ocak’ta yaptığı konuşmasında Putin su sözleri sarf etti. “ülkemiz büyük güçlü bir devletti ve güçlü bir silahlı kuvvetlere sahip olmadıkça bunu yeniden kurmamız mümkün değil.”[44]

27 Aralık 1999’da Rus hükümetinin internette yayınlanan bildirisinde Putin’in sözleri tam olarak ulusçuluğu referans olmasa da tutunum ideolojisi olarak ulusçuluk ön plandadır. “Rusya tarihinin en güç döneminin ortasındadır, 200 – 300 yıldan bu yana ilk kez dünya devletleri dizininde ikinci ve hatta üçüncülüğe düşmek gibi bir tehditle yüz yüzeyiz ve Bu tehditten kurtulmak için süre gittikçe azalmaktadır. Ulusun aydınları olarak, fiziki olarak, ahlaki güçler olarak çaba göstermeliyiz. Eşgüdümlü, yaratıcı çalışmak zorundayız.

Bunu bize bizden başka kimse veremez… “[45]Putin’in bu sözleri göstermiştir ki halk üzerindeki başarısı Rus halkına kendine yeniden güvenmeyi öğreten insan olması ile alakalıdır. Ayrıca yine bu yazı da “ Rusya yakın gelecekte liberal değerlerin tarihi geleneklere sahip olduğu ABD ya da İngiltere’nin ikinci bir kopyası olmayacaktır… “ diyen Putin bu açıklamasıyla Rus’ların güçlü devlet yapısı sayesinde Batı bireyselciliğini değil komünal bir yaklaşımla daha müreffeh bir gelecek hedeflediğini göstermiştir.[46]

Nitekim cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki zaferini takiben, Putin’in devlet içi merkezileşme politikalarına hız vermesi başta ordu olmak üzere başlıca devlet kurumlarındaki yapılanma girişimlerini başlatması ve devlet dışı aktörlerin etkinliklerinin azaltılması için özel manevraların benimsenmesi söz konusu olmuştur. Bu bağlamda Putin iktidara geldikten sonra idari yapıda bir derlenme-toparlanma gerçekleştirmiştir. Merkezi otoriteyi güçlendirmek amacıyla Rusya’yı yedi idari bölgeye ayırarak, buradaki yerel idarecilerin başına kendi temsilcilerini atamıştır. Bu şekilde bölgeler üzerindeki direk kontrolü gerçekleştirmek istemiştir. Yolsuzlukların ve bir kısım oligarkların üzerine gitmiştir. Vatandaşın devlete olan güvenini tazelemiştir. Putin’in ilk söylemleri Rus halkının genetik kodlarına uygundu. Putin,

Rusya’nın bir imparatorluk olduğunu ve eski gücünü tekrar kazanarak süper güç olması gerektiğini söylüyordu. O, buna “imparatorluk düşüncesi” dedi. Bir anda halkın Putin’e güveni arttı. Böylece Putin, gerekli olan milli ideolojiyi bulmuştu.[47] Bu yeni ideolojinin Rus ulusu tanımı içerisine etnik Ruslar, Rusça konuşan gruplar ve Rusya Federasyonu sınırları içinde yaşayan herkes dâhildi. Ilımlı milliyetçilik ulusal misyonunu ise Rusya’nın süper güç konumunu yeniden kurmak, devlet ve toplumu yeniden bütünleştirmek, vatanseverlik bilincini ve toplumsal disiplini yeniden canlandırma idealleri oluşturuyor.[48]

Yeni konseptte yer alan, Rus kültür öğelerinin uluslararası sistem içerisinde popülerize edilmesi ve başka ülkelerde yaşayan Rus kökenli ya da Rusça konuşan toplulukların hukuksal statülerinin korunması ve geliştirilmesi gibi, ulusçu söylemlerin uzantısı olan yaklaşımlar, bir yerde Rus toplumundaki beklentilere de yanıt vermek ister gibi.

Hatta Putin’in 2000–2001 yıllarında yurtdışında gerçekleştirdiği gezilerde “büyük güç“ kavramını dile getirmesi ulusçu söylemlerin tekelini yıkma çabası olarak da nitelenebilir.[49]

Devletin tek bir merkezden yönetilmesi Avrasyacı paradigmanın da temellerinden birisidir. Putin, terim olarak Avrasyacılığı pek kullanmasa da tam anlamıyla bir Avrasyacıdır. Putin’e göre Rusya’nın gücünü ve etkisini doğu istikametinde, yani Orta Asya’ya doğru genişletmelidir. Asya, Rusya’nın tabii hâkimiyet alanıdır. Bunun için Çin ve Hindistan ile iyi ilişkiler içinde olunmalıdır.[50] İçsel dinamiklerin yeniden örgütlenmesi girişimlerinin yansıması olarak, dış politikadaki BDT eksenli politikalara da hız verilmektedir: Avrasya ekonomik işbirliği bölgesi ile kolektif güvenlik paktı oluşumları bunun en önemli örnekleridir. Öte yandan 2000 Temmuz’unda deklare edilen yeni dış politika konsepti de, Rus devletinin ve toplumunun çıkarlarının geliştirilebilmesi ve uluslararası arenada meşrulaştırılması amacını taşımaktadır. Bu konsept, aslında Primakov doktrininin bir devamıdır. Çok kutuplu sistem yaklaşımı içerisinde Rusya’nın ikili ilişkilerinde aktif bir dış politika izlemesi ve özellikle de uluslararası ve bölgesel kuruluşların etkinliklerine katılması yaklaşımını geliştirir.

Putin’de Rusya’nın yakın çevresiyle olan ilişkilerinin yeniden tanımlama yaklaşımı, aslında Primakov döneminde başlamış bir eğilimdi. Bu yeni yaklaşımın zemini karşılıklı bağımlılık unsurlarının geliştirilmesi hatta Rusya’nın doğal kaynaklarından ve ulaşım şebekelerinden elde ettiği ekonomik ve lojistik avantajları burada ön plana çıkarması söz konusuydu. Çünkü Putin dış politika da Yeltsin döneminde kâğıt üzerinde bir yapı olan BDT’yi gerçek bir topluluğa yöneltmek için yoğun çaba harcadı. Çünkü SSCB’nin dağılmasından sonra yakın çevre başta ABD, İran ve Türkiye olmak üzere birçok ülkenin ilgi alanı haline gelmiş, Rusya etkinliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Putin, şimdi bu etkinliği geri kazanmak peşindedir. Bu yüzden de cumhuriyetlerden her biri Kremlin’den gelen farklı tehditlerle karşılaşmaktadır. Bu tehditler de daha çok enerji, vize ve silah üzerinden yapılmaktadır.[51] Buradaki esas amaç Sovyet alanındaki coğrafi bütünlüğü yeniden sağlamak ve jeopolitik ve işlevsel bütünleşmeyi yeniden gerçekleştirmek gibi görünmektedir. Bu yaklaşım aslında Avrasyacı paradigmanın neo-liberal anlamda yeniden değerlendirilmesidir; farklı bölgesel bütünleşme modelleri çerçevesinde Rusya lehine bir bağımlılık ya da asimetrik karşılıklı bağımlılık ağı yaratma çabası, “Yakın Çevre Konsepti” ne yeni bir anlam katmak istemektedir. Böylece Rusya’nın kendi yakın çevresindeki jeo-ekonomik çıkarlarının gelişimi, ülkenin hem bölgesinde merkezi anlamda konumunu daha önemli kılmakta hem de kendi büyük güç (hegemonya) söylemini uluslararası sistem içerisinde yeniden benimsetmiş olmasına olanak sağlamaktadır. Birçok yazar bu eğilimleri neo-emperyalizm olarak nitelendirmektedir.[52]

Bu noktada batılı kurumlarla “nitelikli” ilişkilerin geliştirilmesi de esastır. Bunun ötesinde Avrasyacı yaklaşımın bir uzantısı olarak da, büyük güç söylemini benimseyen ya da bölgelerinde güç odağı durumundaki devletlerle (ABD, AB, Çin, Hindistan v.s.) ikili düzeyde özel ilişkilerin geliştirilmesi, yaşamsal bir öncelik taşımaktadır.[53]

Rusya, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’ye terörle mücadelede destek vermek ve Irak krizinde “Eski Avrupa”ya yakın bir tutum izlemek suretiyle Batı dünyası ile ilişkilerini büyük ölçüde düzeltmiştir. Böylece Avrasya eksenli bir politika yerine pragmatist bir yaklaşımla, bir yandan “arka bahçesini” toparlayarak Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde yeniden en etkin güç konumuna gelmeye, öte yandan da bilhassa ekonomik kalkınmanın gerçekleşmesi ve teknolojik açığının kapatılması için gelişmiş ülkelerin imkânlarından faydalanılmaktadır. [54]

Sonuç olarak Putin’in Rusya halklarını birleştiren bir “Rus İdeolojisi”ni geliştirmeyi amaçladığı söylenebilir. Böylece Rusya özgürlük, özel mülkiyet ve pazar ekonomisi prensiplerine dayanarak yapılandırılacak ve geleneksel değerlerin bilincinde olacaktır. Ülkeye vatanperverlik hissinin yanı sıra “Rusya’nın büyüklüğüne “ ve “güçlü devlete” inanç Putin’in Rusya’ya en büyük katkılarından biridir.

İç politikadaki bu inanç dış politikaya önemli yansımalarda bulunmuş ve Rusya, G-8 kulübüne kabul edilmiş, İ.K.Ö (İslam Konferansı Örgütü) bünyesinde ortak politikalar üretmeye başlamış, Hamas’ın Moskova’ya davet edilmesiyle Rusya, yeniden Ortadoğu’ya döneceğinin sinyallerini vermiştir. Kısaca Rusya, SSCB sonrası ortaya çıkan tek kutuplu dünya sistemini kabul etmediğini ve etmeyeceğini yürüttüğü politikalarla ortaya koymaya başladı. Putin idaresindeki Rusya, otoriter ama kararlı politikalarla dünya devletleri arasında yeniden ağırlığı hissedilen bir devlet haline geldi.[55]



[1] Boris Nikolayeviç Yeltsin (Rusça: Бори́с Никола́евич Е́льцин), Rus devlet ve siyaset adamı (d. 1 Şubat 1931, Sverdlovsk - ö. 23 Nisan2007, Moskova).Rus kökenli bir çiftçinin oğludur. İnşaat mühendışliği öğrenimi gördükten sonra, bir inşaat işletmesinde idareci olarak vazife aldı. 1961'de Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ne girdi. Parti içinde hızla yükselerek Sverdlovsk bölgesi parti birinci sekreterliğine getirildi. Mihail Gorbaçov'un Sovyetler Birliği devlet başkanı oluşundan hemen sonra Moskova'ya çağrıldı. Nisan 1985'te Komünist Partisi Merkez Komitesine seçildi. Ekim 1985'te de Moskova Parti Teşkilatı Şefi oldu. Kısa zamanda kamuoyunun güvenini kazandı. Aynı zamanda Politbüro'ya da girdi. Yegor Ligaçev ile anlaşmazlığa düştü. 1987'de Gorbaçov tarafından görevden uzaklaştırıldı. Şubat 1988'de partiyle ilgili bütün yetkileri elinden alındı. İnşaat bakan yardımcılığına tayin edildi.
[2] Aleksandr Devederov, Rusya Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003), s. 8
[3] Aleksandr Devederov, Rusya Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003), s.9
[4] Aleksandr Devederov, Rusya Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003), s.10
[5] Elhan Veliyev, SSCB Sonrası Türk-Siyasal ve Askeri İlişkileri (1992–2002 Dönemi), (Yüksek Lisans Tezi,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002), s. 32
[6] Aleksandr Devederov, Rusya Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003), s.10
[7] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim, Ankara: Nobel Yayıncılık, 2002, s.110
[8] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.153
[9] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.136
[10] A. İçduygu, “Çok kültürlülük: ‘Türkiye Vatandaşlığı’ Kavramı için Toplumsal Bir Zemin,” Türkiye Günlüğü, Mart-Nisan 1998, s. 48-49
[11] Aleksandr Devederov, Rusya Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003), s.12
[12] [12] Aleksandr Devederov, Rusya Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003), s.13
[13] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim, Ankara: Nobel Yayıncılık, 2002, s.113
[14] Aydın Yalçın, “Rusya’daki Yeni Gelişmeler ve Batının Değerlendirmeleri,” Avrasya Etütleri, Cilt:1, Sayı:2, s.10.
[15] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim, Ankara: Nobel Yayıncılık, 2002, s.107
[16] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim, Ankara: Nobel Yayıncılık, 2002, s.113
[17] Asem Nausabay Hekimoğlu, Rusya’nın Dış Politikası I, Ankara: Vadi Yayınları, 2007, s. 72
[18] Yılmaz Tezkan (haz.), Kadim Komşumuz Rusya, İstanbul: Ülke Kitapları, 2001, s. 39
[19] Yılmaz Tezkan (haz.), Kadim Komşumuz Rusya, İstanbul: Ülke Kitapları, 2001, s.40
[20] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1, İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 99
[21] Bilge Buttanrı, Bölgesel Güç Karadeniz, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004, s. 49
[22] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s. 149
[23] Abdullah Demir, Tarihten Günümüze Rus Yayılmacılığı ve Yeni Kurulan Cumhuriyetler,
İstanbul: Ötüken Yayınları, 1998. s.195
[24] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s.57
[25] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s.149
[26] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1, İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s.23
[27] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.149
[28] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.149-150
[29] Wolfgang Seiffert, Vlademir V. Putin, İstanbul: Gendaş Kültür Yayınları, 2004, s. 25–26.
[30] Mert Gökırmak, Etnik Caydırıcılık ve Kafkaslarda Rus Dış Politikası, (Yüksek Lisans Tezi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2000).
[31] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.139
[32] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.139
[33] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1, İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s.25
[34] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1, İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s.25
[35] Elhan Veliyev, SSCB Sonrası Türk-Siyasal ve Askeri İlişkileri (1992–2002 Dönemi), (Yüksek Lisans Tezi,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002), s.33
[36] Yılmaz Tezkan (haz.), Kadim Komşumuz Rusya, İstanbul: Ülke Kitapları, 2001, s. 197
[37] Yılmaz Tezkan (haz.), Kadim Komşumuz Rusya, İstanbul: Ülke Kitapları, 2001, s. 142
[38] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.156
[39] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.163
[40] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.159
[41] Anar Somuncuoglu, “Putin’in iktidarı: Sovyet Sonrası Rus siyasi Rejiminin Sağlamlaştırılması”, Stratejik
Analiz Dergisi, Cilt:2, sayı:24, Nisan 2002, s. 86.
[42] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.141
[43] Fevzi Uslubaş, imparatorlukların Bataklığı SSCB’den Sonra Sıra Rusya’da mı?, İstanbul: Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, 2005, s. 101.
[44] Elif Türkislamoğlu, “Gizemli ve Siyah Kuşaklı Yeni Çar!“ Uluslararası ilişkilerde Olaylar ve Yorumlar Dergisi, cilt: 8, ilkbahar 2000, s. 3.
[45] Elif Türkislamoğlu, “Gizemli ve Siyah Kuşaklı Yeni Çar!“ Uluslararası ilişkilerde Olaylar ve Yorumlar Dergisi, cilt: 8, ilkbahar 2000, s. 3.
[46] Elif Türkislamoğlu, “Gizemli ve Siyah Kuşaklı Yeni Çar!“ Uluslararası ilişkilerde Olaylar ve Yorumlar Dergisi, cilt: 8, ilkbahar 2000, s. 4.
[47] Ebru Çoban, Soğuk Savaş Sonrasında Rusya-Çin ilişkileri ve Şanghay işbirliği Örgütü, (Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 2003), s. 95.
[48] Fatma Sel Turhan(haz.), Küresel Güçler, İstanbul: Küre Yayınları, 2005, s. 246.
[49] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.160
[50] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1, İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s.95
[51] Elif Türkislamoglu, “Putin ve Büyük Rusya’sı,” Uluslararası ilişkilerde Olaylar ve Yorumlar Dergisi, Cilt:7,s. 42.

[52] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.160
[53] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.161
[54] Fevzi Uslubaş, İmparatorlukların Bataklığı SSCB’den Sonra Sıra Rusya’da mı? İstanbul:
Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2005.
[55] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1, İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s.26

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder