7 Ağustos 2014 Perşembe

Çağhan Sarı - Atatürk'e Dair

İki yıl önce bir sosyal paylaşım sitesinde yazmış olduğumuz bu Atatürk yazısını burada yayınlıyoruz. Ufak bir kaç düzeltme ve ekleme yapılmıştır. Yazı içerisinde yer alan bilgiler hakkında daha çok detaya ulaşmak isteyen okuyucularımız için bir de kaynakça bölümü eklenmiştir. 

 Atatürk, Saygıyla Değil Sevgiyle Anmak 

Aslında bu yazının özeti sayılabilecek bir paragrafı, onun ölüm yıl dönümünde yazmıştım. Ben Atatürk’ü çok seviyorum. Yetiştirilmemden midir yoksa çocuk yaşta tarih merakımın çemberinden midir bilmiyorum. Bazı insanlar tarihte liderlerine sevgi beslemişlerdir. Bende de o sevgiden var mı diye düşünüyorum. Ama ona olan sevgim siyasi fikirlerime hatta onun da üzerinde gündelik politikanın kirli polemiklerine, iğrenç çıkar çarklarına karışmıyor. Nitekim siyasi etiketlenme tabiri ile etiketlendiğimiz süreçte Kemalist diye etiketlenenlerle pek anlaşamıyorum. Sade sevginin tesiri ile yazıyorum bu satırları. Biraz önce Sarı Zeybek Belgeseli yayınlanıyordu ve izlerken yine ağladım. Tıpkı 7-8 yaşlarımda ağladığım gibi. Ben her 10 Kasım’da ve yılda bir iki kez yolum düşen Anıtkabir’de ona dua ediyorum. Nitekim sevdiğimiz ölünce onun arkasından dua okunur. Ben onu saygıyla anmıyorum. Saygıyla anıyoruz diyenleri yadırgıyorum. Saygı bize ilkokul sıralarında bile bir nezaket gereği sevmeseniz de saygı duyun olarak öğretilen bir duygu idi. Anılan bir insan ölü ise zaten SAYGI şarttır bildiğim kadarıyla İslam dininde. Ötesinde anılıyorsa saygı elzemdir yine...


Onun hakkındaki insani bilgileri buraya taşıyarak ulaşılabilirliği olsun istiyorum. Kaynakça sağlamdır. Titizlikle kaynakları soranlara iletirim. 

Yemekle arası çok iyi değildi. Sabahları kahvaltıyı geçiştirir, öğlenleri ayran ile ekmeği katık etmeyi severdi. Akşamları eğer bir tartışma meclisi kurduruyorsa çok yemek yemez, meyve ile idare ederdi. Toplantı bittikten sonra ise kuru fasulye ve pilavı yemeyi tercih ederdi. Peynirli yumurtayı, portakalı ve irmik helvasını çok severdi. Kilo ile problemi olmadı. Yaşlılık halindeki göbekli fotoğrafları kilosunu değil hastalığının şişini gösteriyordu. Çünkü ponksiyon denilen su çekme işlemlerinde 6-7 litre su çekiliyordu karnından… Karnınızda 6 litre su olduğunu düşünün. 

Yoksul olarak büyüdü. Öyle ki bir çok gayrimenkulü varken hatta tüm ülke ona şükran içerisinde iken emekli maaşı hakkında sekreterine ‘başımıza bir şey gelirse bununla geçinmemiz lazım’ derdi. Kolaylıkla bir şeyleri hediye edemezdi, bazıları cimri bulurdu hatta onu. Askeri öğrenci iken de sık sık maddi sıkıntıya düşüyordu. Kendi ifadesi ile harcamalarının çokluğundan değil gelirinin azlığındandı bu sıkıntı. Ailesine bağlı idi ama yatılı okul okuyan bireylerde daha sonra görülebilen bir özgürlüğe düşkün yanı oluştu. Babası hakkında bizim bildiğimiz fotoğraf kendisine gösterildiğinde ‘bu bizim peder olmayabilir’ demişti. Makbule dışında bir de Naciye isminde bir kardeşi vardı ama Naciye (1893 doğumlu) 10 yaşında vefat edecekti. 

İçki ile genç yaşlarda tanıştı. Harbiyeli iken Beyoğlu Pera bölgesinde sodalı viski içerdi. İlk rakısını da Selanik Beyaz Gazino’da. Kimileri bir belgesel vasıtası ile öğrendi bir üvey babası olduğunu ama Tek Adam’ı okuyanlar bilir ki, üvey ağabeyi, ona gençlik çağlarında bir çakı hediye etmişti. 

 Yüzbaşı bile değilken ittihatçıydı. Ordu siyasetten ayrılmalıdır yoksa her ikisi içinde hayırlı olmaz dedi. Ön görüşü ne denli büyüktü yıllar geçtikçe anlaşıldı. Sevdiği kızı -bir kaynağa göre- yangında kaybetti. İlk aşkı ölmüştü. Daha sonraları hayatında bir çok kadın bulundu. Kimisi sadece mektup arkadaşı oldu, kimisi onun uğruna intihar etti. Bir keresinde annesi evlendirecek olduğunda gelin namzedinin annesi subaya kız vermek istemedi. 

Sanılanın aksine aslında kendini yalnız bıraktırmadı her dönem yakınlaşanları uzaklaşanları oldu. Kraldan çok kralcı olan Aliler ve diğerleri vardı. Suikast davasında arkadaşları ile arası açıldı. Ali Fuat ile (ki Harbiye’ye uzanan en eski dostuydu) son aylarında barıştı. Yine o kralcılar daha hasta yatağında iken siyasi mirasının peşinde idi. 

Müzik ile ilgilenmeyi severdi. Bir keresinde bir tamburun tellerini kopartınca rezil olmamak için çocuksu edayla ‘zaten bunun teli kopukmuş’ dedi. Şarkıların bestelenmesinde fikir de belirtiyordu. Bülbülüm Altın Kafeste’ye son halini veren oldu. Bugün milli takımın giydiği klasik, göğsünde ay yıldız olan formanın tasarımında da katkısı vardır. Milli maç öncesi ‘çocuklar formalarının göğüslerine bu bayrakları diksinler’ demişti. 

 Askerlik zamanı hiç yumuşak ayakkabı giymediği için sonraları da iskarpinden vazgeçmedi. Çanakkale’de parçalanan saatini Liman Von Sanders’e hediye etti ama Alman subay Darmstad’daki evinde saati çaldırdı. Sağlığı bazen en buhranlı zamanlarda bir badire olurdu ona. Ölümüne yakın Hatay meselesi yüzünden mayıs sıcağındaki tatbikatlarda bitkindi. Yıllar öncesinde de bir ölüm kalım savaşının arifesinde sağlığı ona çelme takmaya kalktı. Sakarya savaşından bir kaç gün önce attan düşerek kaburgalarını kırmıştı. Kırık kaburgayla savaş yönetti. Askeri literatürde ezber bozdu ve alan savunması yaptırdı. (Bu taktiğini daha sonra Çankayşek, Paulus, Runsfeld gibi generaller İkinci Dünya Savaşında uyguladı) Gündelik hayata dahi girmiş olan matematik terimlerinin Türkçesini hazırladı. Açı dedi mesela…. Geometri kitabı yazdı. 

Çok okudu. Öldüğünde kitaplığında 5000e yakın kitap vardı. muhtemelen kütüphanesinde olmayan eserleri de bitirmişti. Okumayı çok seviyordu. Büyük Taarruz öncesi de Çalıkuşu romanın bir solukta okumuştu. İnsanların (nedense) görmeyi beklediği türden dinsel tatbikleri yoktu. Bizden biriydi. İçerdi. Ramazanda ise sofra kurdurmaz Kadir Gecesi Kur'an okuturdu. Muhtemelen kuranı okuyabiliyordu çünkü aldığı eğitim buna muktedirdi. Kendine göre soruları, çelişkileri, manasızca buldukları mana yükledikleri vardı. Ne çıkardı bundan… 

 Hayvanları çok severdi. Bilinen ilk köpeğinin adı Alp idi. Sonra Alber isminde bir köpeği daha oldu. Onunla bir kaç fotoğraf karesine ve bir banda giren köpeğinin adı ise Foks’tur. Foks’u şımartmayı sever her yere onunla giderdi. Foks’un bir kaç kere onu ısırması üzerine çevresindekiler ’sahibini ısıran köpekten hayır gelmez’ telkinlerinde bulundular. Foks öldükten sonra ise veterinerler köpeğin cansız bedenini doldurur. Atatürk, Foks’u o halde görünce ağlamaklı olur, kaldırılmasını ister. Foks bugün hala Anıtkabir’de müze bölümünde onunla beraberdir. Köpeklerinin yanı sıra kitaplara giren en meşhur atı ise Sakarya’dır. 

Spora meraklıydı. Güreşi çok severdi. Hatta izlemeye giderdi. Futbol müsabakasını ise bir defa Akşehir’de zorunlu olarak izledi. İddiaların aksine FB, BJK, GS taraftarı değildi. Kimse heveslenmesin, onun Güneş Sporu vardı. GS den ayrılan topçuların kurduğu bu takıma para verdi ve ismi kendi koydu. Neden güneş dediğini, hakkında bir şeyler bilenler hemen tahmin eder. O ölünce kulüp kendini kapattı. 

Diktatörler çağında evet o da belki bir diktatördü. Ama diğer diktatörlerin aksine kendi hayatına bağlı bir rejimi değil, kendinden sonra işlemesini istediği bir rejimi denerken, o rejimin değişmemesi için gücü elinde tuttu ve hükmetti. Cumhuriyet için dikta etti ve o dikta ettiği için bu gün cumhuriyet güçlü. 

Böbreklerinden çok çekti. Sıtma atlattı. Karaciğeri yorgun olduğu için belki de siroz çok hızlı ilerledi. Kalp krizi iki defa kapısını çaldı çünkü 1930'lardan önce yoğun çalışma temposuna fincan üstüne fincan kahve ve 4 paket gazi sigarası katıyordu. 

O ihtilalcıydı. Darbeleri yapanlar ona sığınmasınlar boşuna. Yukarıda değindiğimiz gibi olağanüstü hallerin ötesinde siyaset ve ordunun yan yana gelmesine karşıydı.

Çiftlik hayali kurdu ve çiftliği de oldu. Ankara’daki çiftliğini inşa ederken çalıştı. Yalova’da tatil yapmayı severdi. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulma kararı, siroz teşhisinin konması gibi olaylar Yalova’da yaşanmıştı. Kentin planlamasında talimatları vardı. Türkiye’de son liderlerin aksine yüzmeyi çok severdi.

Dil çalışmalarında hatalar yaptı elbet. Diğer alanlardaki adımlarında da belki hatalı olduğu anlar olmuştu. Ama o Büyük Türk Devlet Ağacındaki son Batı Türk Devleti’nin kurucusu idi. Unvanları da vardı. Namağlup son Osmanlı Paşası idi. 

Evet. Onu sevmek için siyasi girdaba girmek gerekmez. Atatürkçü olmak için onu tanımak gerekir. Tanıdığınızda eğer onu seviyorsanız tamamdır. Unutmadan.. Değinmiştim yukarda. Onu sevmek zorunda değilsiniz saygı duymak zorundasınız. Çocuklara dahi öğretilen bir nezaketten yoksunsanız saygı da duymazsınız...

17 Kasım 2012. 03:32 


Kaynakça
Mustafa Kemal Atatürk, ‘Nutuk’ c.I-II-III, MEB Basımevi, 1964.
Şerafettin Turan, ‘Mustafa Kemal Atatürk’, Bilgi Yayınevi, Ankara 2008.
Şevket Süreyya Aydemir, ‘Tek Adam’, c.I-II-III, Remzi Kitabevi, 2003.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bates Yayıncılık, 1999.
Andrew Mango, ‘Atatürk’, Remzi Kitabevi, 2002.
Lord Kinross, ‘Atatürk’, Altın Yayınevi, 2007.
Mazhar Müfit Kansu, ‘Atatürk ile Beraber’, c.I-II, TTK Yayınları, 2003.
Hasan Rıza Soyak, ‘Atatürk’ten Hatıralar’, c.I-II, Yapı Kredi Yayınları, 1978.
Necati Karakaya, ‘Atatürk Beşiktaşlı’, Cem Ofset, 2003.
Ogün Deli, ‘Agoni’, Akis Yayınevi, 2005.
Ali Güler, ‘Atatürk’ün Saklanan Şeceresi’, Yeditepe Yayınları, 2013.
Eren Akçiçek, ’Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü’, İzmir Güven Kitabevi, 2012.
Haluk Sarı, ‘Türk Spor Tarihinde Atatürk’, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2001.
Can Dündar, Sarı Zeybek’, Milliyet Yayınları, 1995.
Şemsi Belli, ‘Makbule Atadan Anlatıyor – Ağabeyim Mustafa Kemal’, Selis Yayınları, 2005.
İsmail Yakıt, ‘Atatürk ve Din’, Ötüken Neşriyat, 2007.
Erol Mütercimler, ‘Fikrimizin Rehberi’, Alfa Yayınları, 2009.
Bilal N. Şimşir, ‘Atatürk’ün Hastalığı, TTK Yayınları, 2010.
Nezihe Araz, ‘Mustafa Kemal’le 1000 Gün, Dünya Yayıncılık, 2000.
Salih Bozok, ‘Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor’, Doğan Kitap, 2002.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder