1 Mayıs 2016 Pazar

Oğuz Yücel - ttihatçılar Nasıl Bir Devlet Devraldılar?

Son çare olarak uğurlarında savaşılmaya değer 
değillerse ilkeler neyi temsil etmekteler[1]

Günümüz Türkiye’sinde siyasi zihniyetin de buna çanak tutmasından kaynaklanan bir bilgi kirliliği yaşanıyor. Aydınlarımız bile kavramlar arasında bir fikir birliğinde buluşmamışken, bu olumsuzluk millet nezdinde daha keskin çizgiler oluşmasına sebebiyet vermektedir. İlim, bilim yapması gereken üniversiteler ve burada görev yapan akademisyenler, tarihe ideolojik olarak yaklaştıklarından hakikatten uzaklaşıyorlar. Onların bu davranış biçiminden kaynaklanan boşluk, kendi çıkarı için hakikati çarpıtan, şahsiyeti bozuk ve ayaküstünde bin tane yalanı sıralayan bir güruhun ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Konuya böyle bir giriş yaptıktan sonra şunu ifade etmek gerekir: Hangi coğrafyada yaşanmış olursa olsun Türk tarihi bir devamlılık arz eder. Bir devamlılık gösteren tarihimizi öğrenmek ve anlamak gelecek için proje üretmemizin temelini teşkil eder. Tarihi bölümlere ayırarak, takım tutar gibi tarihi şahsiyet ve yapıları kutsamak sadece zihni karışıklılığımızın şiddetini arttıracaktır. Biz Timur’u Bayezid ile; Şah İsmail’i Yavuz ile, II.Abdulhamid’i İttihat Terakki ile, Enver’le Atatürk’ü bir arada, devamlılık içerisinde kabul ettiğimiz vakit kaostan çıkmışız demektir. Yani: Türk tarihi bir bütündür, parçalanamaz.

Günümüzde yaşanan ve uzun süre de devam edecek en büyük ayrımların başında Abdulhamid-İttihat ve Terakki meselesidir. Daha önce bahsettiğimiz gibi tarihe fitne katan akademisyenler ve ideolojik olarak yaklaşanlar kolay kolay yıkılmayacak algılar oluşturmuşlardır. Sultan Hamid’in hiç toprak kaybetmediği, döneminde devletin yapısının sağlamlığı, kendisini tahttan indirenlerin İttihat ve Terakki[2]teşkilatı olduğu, eğer tahttan indirilmemiş olsaydı Osmanlı Devleti’nin yıkılmayacağı gibi saymakla bitmeyecek hurafelerin oluşması bu algıdan kaynaklanmıştır. İşin ilginç tarafı isminin önünde profesör, doçent gibi unvanlar bulunulanların bu hurafeleri kaynak olarak kullanıp, hüküm vermesidir.


Sanıldığı gibi İttihat ve Terakki, Abdülhamid-i Sani’nin tahttan indirilmesinde kilit rol oynamamıştır. Evet, amacı tahttan indirmektir ama Sultan’ı tahttan hal eden Ordu’dur. İttihat ve Terakki’nin ordu içindeki örgütlenmesi, insanları Sultan’ı tahttan indiren gücün İttihat ve Terakki olduğu düşüncesine yöneltmiştir. Burada ayırt edilmesi gereken nokta İttihat ve Terakki’nin Ordu içerisindeki teşkilatlanmasının gücünün çok sınırlı olduğudur. İttihat ve Terakki’ye mensup olan askerler düşük rütbeli subaylardır. Bir darbe yapacak güce ve desteğe sahip değillerdir. 

Bizim tarihimiz bir darbe ile başlar. Tanhu Mete babasını bir darbe ile tahttan indirir. Bu askeri ve derin devlet diye niteleyeceğimiz ilk darbedir. Çünkü darbeden sonra Mete’ye devlet içerisinden hiçbir muhalefet olmamıştır. Mete ile başlayan darbe, günümüze kadar süregelmiştir. Türk’ün yaşadığı devlette darbe tehlikesi hiçbir zaman kaybolmaz. Çünkü genetik kodlarında darbe vardır. Sultan Abdulhamid’in hal meselesine gelince, Sultan’ı tahttan indiren ordunun üst rütbeli komuta kademesidir.[3]

Biz burada İttihat ve Terakki’nin Bab-ı Ali Baskını’yla eline aldığı yönetimin nasıl bir durumda olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Bunun için 1913 tarihinden gerilere gitmek gerekmektedir. Yabancı devletler özellikle kapitülasyonların kendilerine sağlamış olduğu ayrıcalıkları, emelleri doğrultusunda kullanmışlardır. Zaman içerisinde devletin belini büken kapitülasyonları kendi çıkarı için en iyi şekilde kullanan devlet İngiltere’dir. İlk defa 1580 yılında Osmanlı Devleti ile antlaşma imzalayan İngiltere, süreç içerisinde İmparatorluk içerisinde durumunu güçlendirmiştir. Özellikle can damarı konumundaki Hindistan sömürgelerine giden ticaret yolu üzerindeki Osmanlı Devleti içerisindeki olaylarda söz sahibi olmaya başlayan İngiltere, Mehmet Ali Paşa isyanına dâhil olmuştur. Bu süreçte İngiltere’nin gücünü göstermek için İngiliz Elçisi Ponsoby’nin ifadesi çok önemlidir:

“Eğer Osmanlı sarayı teklif ettiğim ticari şartları reddederse, İngiltere yolunuz dil değil, tutum da değiştirecek: ben de Mehmet Ali’yi İstanbul üstüne yürütmenin İngiliz çıkarlarına uygun olduğu anın gelip çattığı kanaatinde olacağım”.[4]

1900’lere gelindiğinde Osmanlı Devleti adli, hukuki, askeri, ekonomik olarak tam manası ile çevrilmiş ve bağlanmış durumdaydı. 1914’e kadar Rusya’nın geleneksel politikası, İngiltere, Fransa ve Almanya için tehlike olarak görüldüğü için umumi olarak devletler arası diplomaside Osmanlı Devleti tarafında pozisyon almışlardır. Tabi bu pozisyonların karşılığını mutlaka aldılar.

Osmanlı Devleti’nin bekası ne padişahın akıllıca yönetimine ne de Bab-ı Ali’nin kıvrak siyasetine bağlıydı; Osmanlı Devleti’nin bekası İngiltere’nin politikalarına bağlıydı.[5] Bu gerçeği ifade etmek millete ihanet etmek değildir. Aksine içinde bulunduğumuz sorunu teşhis etmek ve tedavi için yol göstermektir. Çünkü tedavi etmek için teşhis etmek zaruridir.

Özellikle 1876’dan sonra devlet otoritesi iyice sarsılmış bir görüntü çizen Osman lı Devleti’nin sınırları içerisindeki büyükelçiler, yetkilerini aşarak, devletin bağımsızlığını hiçe sayarak olaylara dâhil oluyorlardı. Mehmet Tevfik Biren, Kudüs mutasarrıflığı yaptığı dönemde kapitülasyonlardan dolayı konsolosların gücünün arttığından şikayet etmiş ve “hiç bir yerde emsaline rastlanmayacak derecede küstahça ”diye nitelendirdiği olayda, Kudüs’te Latin cemaatlerinden birini ziyaretinde verilen konferansta, oturduğu koltuğun yanındaki kral tahtına benzeyen koltuğun Fransız konsolosuna ait olmasını örnek göstermiştir. [6]

Devletin otoritesinin sarsıldığının ispatını etmek için maalesef elimizde çok fazla belge ve olay vardır. Bunlarda başka bir örnek olarak Mason Locaları verilebilir. Bu dönemde konsolosluklar Mason Localarının koruyuculuğunu yaparak Sultan Abdulhamid’in takibatından saklamışlardır.[7] Örneğin Yanya’daki Proethee Locasına bağlı Yanyalı masonlar, Fransa maşrık-ı azamının Paris’teki merkezine mektup yazarak, üyeleri içerisinde bir Fransız vatandaşının da olmasından dolayı Fransa Konsolosluğu’nun koruyuculuğunu elde ederek, habersiz hafiye ve polis baskınlarından kurtulmayı amaçlamışlardı.

Özellikle II. Abdulhamid döneminde devletin bağımsızlığı aşırı derecede sarsılmıştır. Bu dönemde en ufak bir elçilik görevlisi kendisini bağımsız bir hükümdar gibi görecek şekilde şımarmıştır. 1980 yılında Edirne Fransız Konsolosu Albert Pınar, bir Türk çocuğunun yüksek bir duvarın arkasından erik düşürmek için attığı tahtanın yanlışlık kendine gelmesini sorun yapmış, valiliğe bu nedenle takrir vermiş, çocuğun babasıyla tutuklanmasını, valiliğin kendisinden özür dilemesini, bir daha böyle şeyler olmaması için okul çocuklarına nutuk verilmesini ve bu olayın vilayet gazetesinde yayınlanmasını da istemişti.[8]

Le Temps isimli Fransız isimli gazetenin muhabiri M. Jean Rodes’in Yafa’dan gazetesine gönderdiği mektup ise bir başka çarpıcı ispattır: Muhabir, konsolosların ifadelilerine göre, eskiden hükümet ile olan işlerin çok kolay halledildiğini, kapitülasyonlardan doğan imtiyazlara uyulduğunu ancak Meşrutiyet’in ilanından sonra durumun değiştiğini, artık yetkililerin kibirle davrandıklarını belirtmişti.[9] Meşrutiyet’in ilanından sonra milletin kendine güveni gelmiştir. Yabancılara göre ise Osmanlı Devleti artık bir müstemleke bir durumundaydı. Doğal olarak konsoloslar kendilerini bağlı bulundukları devletler tarafından atanan bir vali olarak görüyorlardı. 

İstanbul Belediye Başkanlığı yapan Operatör Doktor Cemil (Topuzlu) Paşa da, Sokaklarda açıkta aşçılık, berberlik ve kahvecilik yapanları engelleme konusunda, yabancılar hakkında da çeşitli şiddetli tedbirler aldığı zaman elçilik tercümanlarının kendisine gelerek, kapitülasyonları ileri sürerek, tazminat istediklerini de belirtmişti.[10].

Devletin içerisinde bulunduğu durum her dönemde, devlet adamlarıyla paralellik göstermiştir. Murat Bardakçı’nın bahsettiği bir husus Sultan Hamid dönemindeki genel vaziyet hakkında bilgi verir: “İmparatorluk Hariciyesi Avrupa’daki bazı kendi büyükelçileri ile yazışmalarını Türkçe yerine Fransızca yapmaktaydı, zira ekalliyete mensup olan büyükelçiler Türkçe yazmaktan acizdiler. Avrupa’nın bitmeyen taleplerini zamana bırakmak ama çok sıkıştırıldığı anlarda da taviz vermek, sarayın alışılmış politikasıydı. Dolayısı ile uluslararası alanda sistemli bir dış politika değil, sadece günü kurtarma çabası hâkimdi”[11]


Dönemde liyakat kalkmış ve her türlü rütbe taltif hükümdara bağlılığa göre verilmekteydi. Özellikle Paşa’lar geldikleri makamlara hakettikleri için değil, Yıldız Sarayı’na olan sadakatlarına göre geliyorlardı. 93 Harbi’nde ismi parlayan Müşir Gazi Osman Paşa herhangi bir muhalefete liderlik yapmaması için merkezde pasif görevde tutuluyordu. Ordudaki yozlaşma had safhaya varmıştı. Kendisine darbe yapılır endişesi ile Donanma nerdeyse çürümeye terkedilmişti. Yunan Harbi’nde Donanma’nın Haliç’ten çıktığı zaman utanç verici hadiseler yaşanmıştır.

Devletin içine düştüğü aciz durumun bir başka örneği Manastır’sa meydana gelir. Durum çok vahimdir. Hadiseyi Enver Paşa hatıralarında şöyle anlatır:

“… Bu sırada zuhur eden bir vak’a büsbütün işleri işi karıştırdı. Rusya Hükümeti’nin Manastır General Konsolosu Mösyö Rostkofski askerlere taaruza, rast geldiği yerde selam vermediğinden dolayı tekdire ve hatta bir topçu neferini darba kadar varmıştı.

Nüzhetiye Karakolu önünden geçerken orada bulunan jandarma neferi Halim, tanımadığından arz-ı ihtiram etmez. Konsolos bunun üzerine kırbaçla vurur. Nefer namus-ı askerisini muhafaza için ateş eder. Konsolos iki kolunu, vücudunu delen bir kurşunla yere serilir.

Silah sesi üzerine kışladan mahall-i vak’aya koşmuştum. Nefer Temkinini bozmayarak ‘Ben vurdum’ dedi ve silahını bana teslim etti. Derhal teşekkül eden divan-ı harb-i askeride bulundum. Orada Rusya Sefareti Baştercümanı Mandelstam’ın hükümete yaptığı hakaret bütün asabımı tahrik ediyor, ‘Ah, ne vakit iyi bir idare teşekkül edecek, ne vakit bizi bu tahriklerden kurtaracak bir hükümet teessüs edecek? diyordum.

Bu sırada Vilayet-i Selase Müfettiş-i Umumiliği’ne tayin edilmiş olan Hilmi Paşa Manastır’da idi. Divan-ı Harp, Halim ile bir refikinin idamına karar verdi. Divan-ı Harp katibi bulunduğumdan verilen bu hüküm hiçbir kanuna temas etmediğini söylemeden geçemem… Maamafih bu vak’adaki haksızlığı, hiçbir vakit unutmayacağım.”
[12]
Devlet haksız yere kendi askerini idam etmiş ve idamı seyretmeyi diğer askerler için mecbur kılmıştır.

Bilindiği gibi İttihat ve Terakki 1908’de değil 1913’te iktidarı ele geçirmiştir. İktidarı eline geçirdikten sonra tamamen görüntüden ibaret olan bir yapıyı ayakta tutmaya çalışmış ama tutamayacağını anlayınca yeni bir devletin temellerini atmışlardır. İktidarı ele geçirdikten sonra 1699’dan İslam’ın gerilemesine Edirne’yi alarak dur demiştir. Milletin yaşam enerjisini sömüren Kapitülasyonları kaldırarak adeta millete yeniden ruh üflemişlerdir. Unutmayalım bahsettiğimiz tarih bizim kendi tarihimizdir. Biz dürüst davranmak zorundayız ama bunun yanında milletimizin yanında durmak zorundayız. Tarihimize sokulan her nifak bize milli kimliğimizden kopan bir parçamız olarak bize geri dönmektedir. Onlar çöküşün kahramanlarıydılar. Milletin selameti için enkaz halindeki devletin yücelmesi için gözlerini kırpmadan canlarını verdiler. Bugün en büyük düşmanımız olarak gördüğümüz İngilizlerin unutamadığı dersleri veren onlar idi. Bugün kendilerini emperyalizm düşmanı ilan edenlerin atalarımıza düşman olmasını açıklamak mümkün değildir. Bugün “Yeni bir medeniyet tasavvuru” diyerek ortalıkta dolaşanların tarihimizi parça parça ederek değersizleştirilmesi ne ile izah edilebilir?

Bab-ı Ali Baskını’nı yapanlar aslında bunu içeriye değil, emperyalistlere karşı yapmışlardır. Yanlış tarih öğretimi ile medeniyet kurulmaz.

KAYNAKÇA
Ebubekir Hazım Tepeyran, Hatıralar, Pera Yay., İstanbul 1998
enver paşa’nın anıları, 1881-1908, Hazırlayan Halil Erdoğan Cengiz, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul 2014
Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki (1908-1914) Kaynak Yay.,1984 İstanbul
Halil Menteşe’nin Anıları, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul 1986
Hew Strachan, Birinci Dünya Savaşı, Say Yay., İstanbul  2014
İsmail Küçükkılınç, Jöntürklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2016.
Kazım Karabekir, Hayatım.
Mehmet Emin Elmacı, İttihat-Terakki ve kapitülasyonlar, Homer Kitapevi, İstanbul 2005
Mehmet Tevfik Biren, II. Abdulhamit, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları, 1.Cilt, Arma Yay., İstanbul 1993,
Murat Bardakçı, Enver, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul 2015
Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2012.
Orhan Koloğlu, İttihatçılar ve Masonlar, Pozitif Yay.,İstanbul 2012
Orhan Koloğlu, Abdulhamid ve Masonlar, Pozitif Yay., İstanbul 2012.
Sina Akşin, 31 Mart Olayı, İmge Kitabevi, Ankara 2015.
Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Kitabevi, Ankara 2014
Stefanos Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, I Bizans’tan Tanzimat’a, Gözle Yay., İstanbul 1974.



[1] Hew Strachan, Birinci Dünya Savaşı, Say Yay., İstanbul 2014.
[2] Bu konu hakkında Feroz Ahmad, Bernard Lewis gözetiminde, Londra Üniversitesi tarafından kabul edilen bir doktora tezi hazırlamıştır. Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki (1908-1914) Kaynak Yay.,1984 İstanbul.
[3]Daha detaylkı bilgi için bkz. Feroz Ahmad,a.g.e.; İsmail Küçükkılınç, Jöntürklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2016; Sina Akşin, 31 Mart Olayı, İmge Kitabevi, Ankara 2015; Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Kitabevi, Ankara 2014.
[4] Stefanos Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, I Bizans’tan Tanzimat’a, Gözle Yay., İstanbul 1974, s.551.
[5] Murat Bardakçı, Enver, Türkiye İş Bankası Yay.,
 İstanbul 2015.
[6] Mehmet Tevfik Biren, II. Abdulhamit, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları, 1.Cilt, Arma Yay., İstanbul1993, s.95.; Mehmet Emin Elmacı, İttihat-Terakki ve kapitülasyonlar, Homer Kitapevi, İstanbul 2005, s.25.
[7] Mehmet Emin Elmacı, a.g.e., s.26; Halil Menteşe’nin Anıları, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul 1986, s.130; Masonluk,  İttihat Terakki ve Abdulhamid  bağlantısı ile daha geniş bilgi için bkz Orhan Koloğlu, İttihatçılar ve Masonlar, Pozitif Yay.,İstanbul 2012; Orhan Koloğlu, Abdulhamid ve Masonlar, Pozitif Yay., İstanbul 2012.
[8] Ebubekir Hazım Tepeyran, Hatıralar, Pera Yay., İstanbul 1998, s.183.
[9]Konsoloslar artık doğrudan yetkililerle görüşemediklerini, oluşturulan Umur-u Ecnebiye Müdürlüğü’nün de halkın gözünde Konsolosların gücünü sınırladıklarını ifade etmiştir. Mehmet Emin Elmacı, a.g.e., s.26;
[10] Mehmet Emin Elmacı,a.g.e.,27.
[11] Murat Bardakçı, a.g.e., s.66.
[12] Murat Bardakçı, a.g.e., s.85; Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2012.; enver paşa’nın anıları, 1881-1908, Hazırlayan Halil Erdoğan Cengiz, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul 2014.; Aynı olayı Kazım Karabekir de anılarında anlatır. Bkz.Kazım Karabekir, Hayatım,s.150..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder