Çağlar
çağları kovaladı. Acundaki Han soyları çoğaldıkça çoğaldı. Hanlar bazı
zamanlarda Altın Otağ’da bir araya geliyorlar, kimi kararlar alıp, birbirlerine
danışıyorlardı. Erlik Han ise hapsedildiği yerin yedi kat dibinde, özgür kalmak
için fırsat kolluyordu. Onun çıkmasını engellemek görevini yeryüzünün hakimi
Ülgen Han’a vermişlerdi. Ülgen Han, Temir Tengri’nin elleri ile dövüp, kendine
armağan ettiği pusatlar ile yer kapısına diktiği otağında Erlik Han’ı
gözlüyordu.
Mengü Kayra Han gökyüzündeki otağına
çekildikten sonra, çocukları Altın Otağda kendi yetiştirdikleri soylar için
birbirlerinden ayırt edici tuğlar yaratmışlardı. Her soyun kendine has damgası
ve bayrağı, işareti ve tuğu belirlenmişti. Bu belirleme Kayra Han’ın onları
yaratma sırasına göre yapılmıştı. En sevilen ve en büyük olduğu için Gök Tengri
ilk bayrağı ve tuğu seçen idi. Bu tuğlar Temir Tengri ve Altay Kağan’ın elleri
ile yaratılacaktı. Gök Tengri, kendi soyu için “gök yeleli bozkurt” tuğunu seçmişti. Ülgen Han ise soyu için “gümüş dişli pars”ı tuğ olarak aldı.
Temir Tengri savaşın ve çerilerin hakimi olduğundan yaratıkların en dayanıklısı
ve en güçlüsü olan “kor alevli ejderi”
seçmiş; Altay Kağan ise atası Mengü Kayra Han’a armağan verdiği kemer
tokasındaki “çakın gözlü aslanı”
kendi soyu için uygun görmüştü. Sıra Umay Bilge Konçuy’a geldiğinde ise o, bütün
acunu saran mutluluğun, güzelliğin ve iyiliğin yansıması olacak “güneş gözlü, ay boynuzlu ana geyiği” tuğ
olarak seçmişti. Bu tuğlar ve bayraklar Altın Otağ’da Temir Tengri ve Altay
Kağan tarafından işlenmiş, Umay Bilge tarafından süslenmişti. Gök Tengri
tuğlara ve bayraklara elleri ile dokunmuş, dokunurken de her birine bir güç
katmıştı.
Ülgen
Han tuğları ve bayrakları alıp yeryüzüne, kendi soylarının yaşadığı topraklara,
kağanların otağlarının önüne bir gece vakti dikmişti. Tuğlardan ve bayraklardan
geceleyin yayılan ışıklar Gök Tengri’nin katına çıkmış, Gök Tengri ışıkları
avuçlarına almış ve yeryüzüne tekrar göndererek her tuğun soyundan olan ne
kadar kişioğlu varsa, uykularında göğüslerine yerleştirip, onlara yetenekler
kazandırmıştı.
Günler
günleri kovaladı. Ülgen Han, yer kapısının önünde bulunan otağında, kardeşi
Temir Tengri’nin ördüğü zırh ve işlediği pusatlar ile tahtında oturuyordu.
Geceleyin, yer ve gök birden karaya bulandı. Etrafı kan ve kesif balçık kokusu
sarmıştı. Ülgen Han bunun üzerine hışımla tahtından kalkıp otağının önüne
varınca yer kapısının ardına dek açılıp, içinden ateşler ve kıvılcımlar ile
bezeli elbisesi ile Albız’ın çıktığını gördü. Sırtından altın yayını aldı ve
gererek yaklaşmasını bekledi. Altın yay Temir Tengri’nin yeteneği ile işlendiği
için diğer yaylardan farklı olarak oka ihtiyaç duymuyordu. Yay gerilince
gökyüzünden bir yıldız kopup geliyor ve yayın içinde ok halini alarak
bekliyordu. Albız’a bağırdı;
“Dur! Kara Erlik’in evdeşi
Albız! Nasıl dışarı çıkarsın! Dışarıya çıkmanızın yasak olduğunu bilmiyor
musun?”
Albız,
kendine yakışan iğrenç bir gülümseme ile ona doğru yaklaştı ve kanış yaparak
elindeki yaya sarıldı;
“Ah Ülgen... Çıkmamızın
Kayra Han ve Gök Tengri tarafından engellendiğini bilmiyor musun? Sence dışarı
çıkıyorsam, bu kimin sayesindedir?”
Ülgen
Han durakladı. Albız dediklerinde haklı idi. Yer kapısının sonsuz çakın
mührünün bozulması ancak Gök Tengri ya da Mengü Kayra Han’ın izni ile
olabilirdi.
“Neden dışarıya çıktın?
Sana kim izin verdi?”
“Tabii ki ağa Hanın Gök
Tengri... Kendisi ile Altın Otağda buluşmamı buyurdu.”
Albız,
Ülgen Han’ı aldatıyordu. Ülgen Han ise Gök Tengri’nin neden böyle bir şeye izin
verdiğini anlamıyordu. Tam o anda Albız’ın kara tırnakları arasından bir çift
sarmaşık peyda oldu ve Ülgen Han’ın dört tarafını sararak onu yere, tıpkı bir
ağacın kökleri gibi sapladı. Tam bu esnada yer kapısı şiddetle parçalanarak
dört bir yana savruldu ve Erlik Han kanlı tulparı ile gökyüzüne doğru hızla
yükselmeye başladı. Albız sarmaşıklarını çektiğinde ise Ülgen Han onu görmeden,
hiçbir şey olmamış gibi otağına dönüp tahtına geri oturdu. Erlik Han; yine
aldatmıştı...
***
Gökyüzünde,
Altın Otağ’da, Mengü Kayra Han’nın tahtında Gök Tengri yalnız başına oturuyor
ve elinde kendi soyuna ait olan bozkurt damgalı tuğunu tutuyordu. Tuğun ucunda
kendi soyunun kağanına ait kanlı baş vardı. Anka kuşları ile bütün kardeşlerine
salık vermiş, onların gelmesini bekliyordu. Otağın önünden tulpar kişnemesi
duyulunca tuğu yere saplayıp, yerinden fırladı ve otağın dışında henüz
tulparından inmiş olan kardeşi Altay Kağan’ı kemerinden tutup yere çarptı.
Altay Kağan yerde debelenir iken Gök Tengri bir elini havaya kaldırdı ve
avucunda toplanan yıldırım ile onun göğsüne şiddetle vurdu. Tam bu sırada
havayı yırtan bir ses ile oraya gelen Ülgen Han’ın yayından fırlayan ok, Gök
Tengri’nin omzuna saplandı ve onu otağın içine doğru fırlattı. Ülgen Han otağa
doğru koşarken Temir Tengri otağın önünde peyda oldu ve gümüş kargısı ile Ülgen
Han’ın tulgasına yıldırım gibi bir darbe indirdi. Gökyüzü karışmıştı. Her
tarafta bulutlar patlıyor, demirden yağmurlar ve ateşten şimşekler her yana
yağıyordu. Bir an sonra otağın içinde dört kardeş, karşı karşıya geldiler.
Kardeş oldukları için birbirlerine zarar veremeyeceklerini biliyorlardı.
Yalnızca Gök Tengri, onları yok etme kudretine sahipti. İlk konuşan da o oldu.
Tahtın önünde saplanmış duran tuğu kaldırdı ve bağırdı;
“Altay Kağan! Bu tuğun
ucunda gördüğün baş, benim soyumun kağanına aittir. Alnına senin soyunun
damgası olan aslan vurulmuş vaziyette duruyor. Sen bu cüreti kimden alırsın!
Sen benim soyuma nasıl ilişirsin!”
Altay
Kağan şaşkınlık içinde bir tuğa, bir de ucundaki sallanan başa baktı;
“Gök Tengri; ağa Hanım!
Benim böyle bir şey yapmayacağımı bilmez misin? Benim soyumun kanını taşıyan
kimse böyle bir şeye cüret edemez. Senin ağzından çıkan sözler bana sövgüdür!”
Ülgen
Han ise burnundan soluyarak Gök Tengri’ye bakıyordu. Tam o konuşacakken araya
girdi ve sordu; “Gök Tengri! Atamın altın
kılıcı nerde! Ona ne yaptın!”
Otağın
içinde sessizlik oldu. O sırada içeriye Umay Bilge Konçuy girdi. Hareketleri
endişeli ve gözleri merak içindeydi, konuştu; “Gök Tengri ağa Hanım, altın kılıç nerede? Yer ile gök karıştı.
Yeryüzünde soylarınız birbirlerine çeri çıkardılar. Benim soyum hariç her soyun
kağanı öldürülmüş ve alınları sizin işaretleriniz ile damgalanarak başları
kesilmiş. Soylar kan istiyor, ödeş istiyor!”
“Benim kağanımın
başında ise Ülgen Han soyunun damgası var! Ülgen, sana işlediğim kılıç ile mi
kestin soyumun kağanını!” Konuşan Temir Tengri idi. Kardeşler
birbirlerine düşmüşlerdi. Yeryüzüne ve soyların tuğlarına kan bulaşmıştı.
“Benim tasam altın
kılıçtır. Bilirim ki bu olanlar Gök Tengri’nin suçudur. Geçen gece Albız geldi.
Ona yerin kapısını Gök Tengri’nin açtığını, kendini özgür kıldığını ve
kendisine altın tohumu vermemi söyledi. Ben de buyruk Gök Tengri’nin diye
isteğini yerine getirdim. Gök Tengri’nin böyle kötü bir işe karışacağını
bilmezdim. Bize ihanet ettin!” Altay Kağan’ın bu
suçlaması üzerine Gök Tengri sustu ve Mengü Kayra Han’ın tahtına oturdu. Çakın kürkü alev alev yanıyordu. Parmaklarını
tehditkar bir şekilde sallayarak, Ülgen Han ve Altay Kağan’a bağırdı;
“Yer kapısının başında
Ülgen vardı. Yer kapısının emaneti onaydı. Atamız Mengü Kayra Han’ın emanetine
böyle mi sahip çıkıyorsunuz? Altay Kağan! Benim kağanımı öldürdün. Soyum öç
alacaktır. Kırış istiyorsanız size bu kırışı misli ile vereceğim!”
“Susun!”
Bağıran
Umay Bilge idi; “Görmüyor musunuz?
Hepimiz aldatıldık! Albız ve Erlik bizi aldadı! Atamız Kayra Han’ın bize
verdiği gök ve yerde, onun yasalarına karşı mı geleceksiniz! Sizler
kardeşsiniz! Bunu yapamazsınız!”
Gök
Tengri tahttan kalktı. Temir Tengri de onu takip etti. Otağın dışına
vardıklarında Gök Tengri, Temir Tengri’nin kulağına bir şeyler fısıldadı ve
Temir Tengri otağın içindekilere şunları söyledi;
“Bundan böyle tek yasa
ölümdür!”
***
Uzun
ve uçsuz bozkırda ucu bucağı görünmeyen dört ordu karşı karşıya gelmişti. Gök
Tengri ile Temir Tengri’nin orduları yan yana, Ülgen Han ile Altay Kağan’ın
orduları da onların karşısında birlik olmuş bekliyordu. Her ordu, önlerine
kendi soylarının tuğlarını dikmişti. Gök
Tengri soyunun tuğu gök yeleli bozkurt, Temir Tengri soyunun tuğu ise kor
alevli ejder idi. Ülgen Han ve Altay Kağan’ın ordularının tuğları ise gümüş
dişli pars ve çakın gözlü aslan işlemeli olarak orduların önünde salınıyordu.
Her taraf böyle sessizliğe bürünmüşken gökten iki tulpar kişnemesi işitildi.
Altay Kağan ve Ülgen Han tepeden tırnağa zırhlanmış bir şekilde ordularının
önüne indiler. Ülgen Han ellerini havaya kaldırınca karşılarında bulunan
orduların ardında ve yanında sarp dağlar yükselmeye başladı. Altay Kağan ise
avuçlarını açtı ve yerden yükselip içinde biriken demir tozlarını üfledi. Demir
tozları ateşlenerek uçtu ve Ülgen Han’ın yükselttiği dağlarla birleşerek onları
aşılması imkansız bir hale getirdi.
Ülgen
Han sırtındaki altın yayı iki kere gerdi ve bıraktı. Yaydan fırlayan yıldız
okları karşı orduya değecekken gökyüzünden bir bulut indi ve onu içine alarak
tekrar yükseldi. Tam bu sırada gökten bulutlara binmiş olarak Gök Tengri ve
Temir Tengri indiler. Ordularının önünde durunca Temir Tengri yumruklarını
şiddetle yere vurdu ve yerden savrulan tozlar Gök Tengri ile kendi ordusunun
üstüne yağdı. Her toz zerresi bir pusat ve zırh olarak ordudaki çerileri sardı;
onları yenilmesi zor bahadırlar haline getirdi. Karşı karşıya duran iki ordu
böylece dalgalanırken Gök Tengri ellerini kaldırdı ve gökyüzünden çakınlar
yağarken iki ordu da savaş uranları atarak birbirine doğru harekete geçti.
Sabah
başlayan savaş, güneş tepeye değdiğinde iyice kızışmıştı. Ordularını göklerden
izleyen dört kardeş birbirlerine kin ve nefret ile bakıyordu. Yüz binlerce
çerinin ruhu, Kayra Han’ın uçmağına varmış, yüz binlercesi de onların kanı
üzerinde birbirlerine kıymak için uğraşıyordu. Gök Tengri ve Temir Tengri’nin
çerileri zırhları sayesinde üstünlüğü elinde tutuyordu. Yağıları olan soydaş
çeriler ancak onlarca darbe ile onları yere serebiliyor, kendileri ise ekin gibi bir darbede
biçiliyordu. Savaşın bu kızdığı ve şiddetlendiği anda Ülgen’in ve Altay
Kağan’ın ordusu birden durdu. Hızlıca geri çekilmeye ve kaçmaya başladılar. Gök
Tengri ve Temir Tengri’nin çerileri onları süratle takip ederken birden bir
ışık parladı ve kovaladıkları çeriler tek tek havaya yükselmeye başladı. Kaçan
çerilerin tuğlarından onlara doğru hücum eden ışıklar göğüslerine girdi ve
havaya yükselen çerilerin ışık patlaması ile gözden kaybolmasını sağladı.
Patlayan çeriler kendi soylarının hayvanlarına dönüşmüş olarak yere inmişlerdi.
Şimdi savaş alanında, Ülgen Han ve Altay Kağan’ın çerileri gümüş dişli pars ve
çakın gözlü aslan olarak yenilenmiş vaziyette duruyorlardı. Şaşıran ve kılıç
düşüren Gök Tengri ve Temir Tengri ordusu ise bu olanlar karşısında umutsuzluğa
kapılmış, sonlarını beklemeye başlamışlardı.
Gök
Tengri gökyüzünde durduğu bulutun üstünde güldü. Elleri ile savaş alanına doğru
hamle yaptı, çeriler ve sürüler arasına çakınlar düşürerek onları birbirinden
uzaklaştırdı. Geri çekilen ordu ve sürü toparlanmaya başlarken, Temir Tengri de
yere indi ve çerilerinin tuğlarını alarak onlara doğru sallamaya başladı. Tam
bu sırada Gök Tengri çerileri ile Temir Tengri çerileri de havaya yükseldi ve
tuğlarından yükselen ışık onları da sardı. Bir müddet sonra savaş alanında
çeriler kaybolmuş, karşı karşıya gelmiş yırtıcı sürüleri ortaya çıkmıştı. Gök
Tengri’nin çerileri gök yeleli bozkurt, Temir Tengri’nin çerileri de kor alevli
ejder olarak yenilenmişti. Soyların çerileri gitmiş, yerine daha acımasız,
merhametsiz ve daha güçlü yırtıcılar gelmişti. Bu yırtıcılar normal olan
yırtıcılardan daha büyük, daha hırçın ve daha amansızdı. Birbirlerine merhamet
eden çeriler yerini tek yasası ölüm olan yırtıcılara bırakmıştı. Artık acımasız
son olan ölümün önüne kimse geçemezdi...
Gök
yeleli bozkurtlar, gümüş dişli parslar ile amansız bir mücadele içine
girmişlerdi. Her sürü kendi içinde onlarca sürüye ayrılmış, birbirlerini savaş
alanında çevirip, parçalıyorlardı. Temir Tengri’nin ejderleri ortalığa ateş
saçıyor, bir ejder için on çakın gözlü aslan saldırıyordu. Bu yırtıcılar,
dönüştükleri çerilerin ruhundan da uzaklaştıkları için düşünemiyorlar, kimi
zaman kendi yanındaki arkadaşlarına dahi zarar veriyorlardı. Bir süre sonra
meydanda kimin kim ile savaştığı bilinmiyordu. Kimi zaman bozkurtlar ejdere
saldırıyor, kimi zaman parslar ejder ile birlik olup aslanları kovalıyordu.
Olanca güçlerine rağmen gökyüzünden bu büyük kıyımı izleyen dört kardeş, asla
onlara müdahalede bulunmuyor, istedikleri kan ve öç ile onları yüzleştiriyordu.
Devamı gelecek...
Devamı gelecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder