Bir önceki hikayeyi okumak için tıklayınız.
“Mengü Kayra Han; atam!
Beni yanına al, beni yanına al... Ulu atam, Hanım, kağanım, beni yanına al,
beni yanına al... Seni görmek dileyen yakarışımı kabul buyur...”
Umay
Bilge Konçuy, sabahtan beridir Altın Otağ’dan savaş meydanını izliyor ve
ağlıyordu. Ağa Hanları birbirlerine girmiş; soylarının cesur, yüz binlerce
çerisi bir bir uçmağa varmıştı. Merhamet timsali çeriler tek tek yırtıcı
hayvanlara dönüşmüşler, birbirlerini parçalamışlardı. Yeryüzü kan deryası idi.
Sahip olduğu mutlak iyiliğin kudreti onları durdurmaya yetmemiş, ağalarından
her biri kendini onun düşüncelerine kapatmıştı. Şimdi son çare olarak atası
Kayra Han’a yakarıyordu. Çağlardır Kayra Han’ın yüzünü görmemiş, sesini
duymamıştı. Bu kanı yalnızca onun dindireceğini biliyordu. Olanca kudreti ile
bir daha seslendi ve ortaya bütün güzelliklerin kokusu, bütün mutlulukların
ışığı yayıldı;
“Mengü Kayra Han; atam!
Beni yanına al, beni yanına al... Ulu atam, Hanım, kağanım, beni yanına al...
Seni görmek dileyen yakarışımı kabul buyur...”
Umay
Bilge Konçuy’un kudreti tükenmiş, Altın Otağ'daki tahtta gözlerini kapatarak,
dalgınlığa geçmişti...
“Konçuy’um, eşsiz
güzelliğimin sahibi, mutluluk ve iyiliklerin yegane hakimi; uyan...”
Göğün
doksan dokuzuncu katında, daha önce kimsenin görmediği bir şekilde bezenmiş ve
dikilmiş zümrüt otağda bulunan tahtta Mengü Kayra Han oturmuş, kucağına aldığı
kızı Umay Bilge Konçuy’u uyandırmaya çalışıyordu. Onun yakarışlarına kayıtsız
kalamamış, alkışına kulak vermişti. Umay Bilge o kadar güçsüz düşmüştü ki onu
ancak Kayra Han’ın ağzındaki kudret ateşi uyandırabilirdi. Kayra Han ağzındaki
kudret ateşi ile kızını alnından öptü ve Umay Bilge Konçuy ağır ağır gözlerini
açtı. Atasının kucağında olduğunu görünce utandı ve birden ayaklanarak onun
karşısına geçip, elbisesinin kuşaklarından tutarak, Kayra Han’ın sevgi dolu
bakışları ile baş eğdi.
“Kayra Han; atam...
Yakarışımı duydun ve ulu otağının ulu tahtının ayağında kabul buyurdun.
Esenliğinle bizi kutla!” Kayra Han ona elini uzattı. Umay
Bilge diz çöküp atasının kutlu elini ellerine aldı ve öperek gül kokan
yanaklarına sürdü.
“Konçuy’um. Ne için
geldiğini biliyorum. Kırışı durdurmak mıdır dileğin?”
“Atam; kardeşlerim
birbirlerine girdiler. Yeryüzü karıştı. Hanlar Hanlara, uluslar uluslara
saldırdı. Mutlak güç ve hakimiyetinizin simgesi Altın Kılıç kayboldu. Erlik Han
ve iblis evdeşi Albız kardeşlerimi aldatarak onu çaldılar. Kardeşlerim suçu
birbirlerine atarak bölündü. Gök Tengri Temir Tengriyle; Ülgen Han da Altay
Kağan ile birleşti. Çerileri birbirlerine girdi, yalnız bununla da kalmadı.
Kardeşlerim, ağa Hanlarım kudretleri ile onları acımasız birer yaratığa
dönüştürdü. Ne olur bize yardım et! Soylarımız tükenecek!”
Kayra
Han, Umay Bilge’nin anlattıklarını biliyordu. Sözlerini bitirdikten sonra
sordu; “Umay Bilge. Savaşı bitirmek için
fedakarlık gerekir. Fedakarlığın nedir?”
Umay
Bilge, atasının fedakarlık isteyeceğini biliyordu. Ona, fedakarlık olmadan
mutluluğun olmayacağını atası öğretmişti. Hiç düşünmeden yanıtladı; “Soyumdur. Fedakarlığım soyumdur. Bu savaşın
bitmesi için soyumu feda edebilirim. Bunu biliyorlar. Onlara fedakarlık olmadan
kanlarının ve soylarının mutluluğa erişmeyeceğini öğrettim. Ne olur, bu savaş
ve kıyım son bulsun!”
Kayra
Han düşünceli idi. Onlara karışmayacağına dair bir and vermişti. Ancak bu andı
bozamazdı. Yine de kendisine yakaran ve fedakarlık eden kızını geri
çevirmeyecekti. “Ay yüzlü Umay Bilgem!” dedi,
“Savaş son bulacak. Bunu sen
gerçekleştireceksin. Ancak bedel isterim.”
“Buyruk
senindir!” diyerek baş eğdi Umay Bilge; “Dileğin her ne ise yerine getireceğim
atam.”
Kayra
Han’ın yüzü ciddileşti. Bir müddet düşündü ve ona şöyle dedi; “Umay Bilge, güneş gözlü Konçuyum! Soyunu
topla. Yaşayacak olanları seç ve geri kalanı kırış meydanına sür. Böylece kırış
bitecek. Sonra da ağa Hanlarını zapt et ve Altın Otağ’a, feleklerin sığınağı
olan ayaklarıma getir!”
“Han
atam, bu nasıl mümkün olur?” diye sordu Umay Bilge,
“Onlar mutlak savaş ve gücün sahipleri!”
“Bilge!
Sen onlardan daha üstünsün. Sende olup da yaratılmış olan kimsede bulunmayan
bir şey var ki, bu sonsuz bilgelik ve sonsuz iyiliktir. Saf mutluluk ve
iyilikten yaratılan sen, her güce karşı gelebilir, her öfkeyi yerle bir
edebilirsin. Şimdi git ve bana onları getir!”
Umay
Bilge kendisini birden soyunun etrafında, onlara doğru yüksek bir kayadan
bakarken buldu. Yüz binlerce kişi toplanmış, pür dikkat onu izliyordu. Umay
Bilge onlara seslendi; “Soyum! Güneş
gözlü, ay boynuzlu ana geyiğin kişileri! Soydaşlarımız bugün kanın ve acının
içindeler. Onlar durmadan, yağız yere bir daha asla mutluluk ve esenlik
gelmeyecek! Bu savaşı durdurmak sizin elinizde. Sorarım size; bu kıyımı ve
kırışı durdurmak; soylarınızı esenliğe çıkarmak ister misiniz?”
Umay
Bilge’nin soyu hep bir ağızdan cevap verdi; “Buyruk
senindir! İsteriz!”
Konçuy gülümsedi. O gülümseyince
etrafı keskin çiçek kokuları sardı. Ellerini karşısında toplanan kişilere
çevirdi, avuçlarından onların üzerine iyilik ve esenlik rüzgarı savruldu.
Adaleti, mutluluğu, sevgiyi ve kardeşliği öğrettiği soyu kendisini yarı yolda
bırakmamış, mutluluk için fedakarlık gerektiğini bir kere daha kanıtlamıştı.
“Soyum!
Canınız pahasına da olsa bu fedakarlığı yapacak mısınız?”
“Buyruk
senindir! Yapacağız!” Yüz binlerce kişi diz vurup, baş
eğiyordu. Umay Bilge canları ile bu yola feda olan kişilerini topladı. Onların
ardında ocaklarını devam ettirecek kandaşlarını bırakarak savaş meydanına doğru
yola çıktı.
Kanın ve şiddetin hakim olduğu
bozkırda, savaşın sonu gelmiyordu. Yırtıcı sürüler akşama değin savaşmış, güneş
batmak üzere olduğu halde hâlâ birbirlerini parçalamak için mücadele ediyorlardı.
Dört sürü de yarısından fazla çeriyi ve yırtıcıyı kaybetmişti. Bu gece bu iş
bitecek, ölen ölecek, kalanlar meydanda yaşamaya devam edecekti. Bir tek çeri,
bir tek yırtıcı bile asla kaçmaya tenezzül etmemiş, şerefli ve onurlu bir
ölümün kollarına kendilerini atmışlardı. Dört ulu kardeş ise hâlâ savaş
meydanını izliyorlar, sonsuz öfkenin gereğini yerine getiriyorlardı. Savaşın
yorgunluk ve bitkinliğinin arttığı, kanın mideleri bulandırdığı bu anda,
meydana doğru uzaklardan akıp gelen bir sürü göründü. Birbirlerini parçalamakta
olan yırtıcılar bir anda durdu. Hepsi kafalarını kaldırıp, meydana doğru gelen
bu sürünün dost mu yoksa yağı mı olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yırtıcıların
gözleri ile kestiremediklerini dört kardeş göklerden görmüşler ve şaşırmışlardı.
Gelenler, Umay Bilge’nin soyu idi. Ancak farklılardı. Onlar, güneş gözlü ve ay
boynuzlu ana geyiğe dönüşmüşlerdi...
Umay Bilge bütün güzellik ve
ihtişamı ile savaş meydanının üzerinden, hüma kuşunun sırtında göklere doğru
yükseldi. Hüma kuşunun yıldız ve güneş parçaları ile süslü kanadından dört tüy
kopardı ve ok haline getirerek dört kardeşine doğru tek tek fırlattı. Hüma
kanadının okları kardeşlerinin zırhlarını delmiş ve bedenlerinin içini sararak
onları kıpırdayamaz bir duruma düşürmüştü. Savaşın ve pusatların hakimi Temir
Tengri bile bu duruma şaşırmış, kendi ördüğü zırhın delinmesine anlam
verememişti. Nasıl bir kudretti ki bu, Umay Bilge kendilerini esir ediyor, hüma
kuşunun ayaklarına onları bağlayıp göklere doğru çekiyordu? Dört kardeş de
çaresizlik içinde kalmış, bağlanmış bir halde Altın Otağ’a doğru
sürükleniyorlardı.
Kırış meydanına doğru bütün güçleri
ile koşan ana geyikler, meydana girdikleri anda av olacaklarını biliyorlardı. Sabahleyin
merhametli ve uslu ruhlara sahip olan çeriler yalnız bedenlerini değil,
ruhlarını da kaybederek yırtıcı hayvanlara döndükleri için, bir yırtıcı
düşüncesi ile hareket ediyorlardı. Bu sebepten aynı sürüden olanlar bile birbirlerine
saldırabilmişti. Us gitmiş, yerini kargış almıştı. Şimdi bütün yırtıcılar ufak
bir şaşkınlık içinde ana geyiklere bakıyorlar, yorgunluk ve açlık ile onları
gözlüyorlardı. Her birinin tek düşüncesi var idi; yemek yemek ve güç kazanmak.
Ana geyikleri avlamaya başlamaları çok sürmedi. Şimdi meydanda savaş bitmiş,
yerini sürüler halinde olan bir sürek avı almıştı. Beraberce geyikleri
kovalıyorlar, sıkıştırıp parçalıyor, yiyorlardı. Yağız yere, masum kanı
dökülmüştü.
Altın Otağ’da Mengü Kayra Han,
ululuk ve kudret ile oturuyordu. Umay Bilge, Han kardeşlerini bağlı olarak
otağa getirdiğinde, onları böylesine öfkeden körelmiş vaziyette gördüğü için
çılgına dönmüştü. Elinin tersini onlara doğru savurarak çıkardığı rüzgar ile
bağlı oldukları tüylerden kurtulan kardeşler hemen kendilerine çekidüzen verdi
ve atalarının önünde diz vurarak, baş eğdi. Kayra Han tahtından kalktı ve
ağzından kudret ateşinin kıvılcımlarını saçarak konuşmaya başladı; “Oğullarım! Sizlere yazık olsun! Sizleri
böyle mi görecektim? Nefret ettiğiniz Kara Oğul Erlik sizi aldadı ve
yüreklerinize fenalık mı getirdi? Kendi kanınıza mı girdiniz? Soylarınızı mı
tükettiniz?”
Gök
Tengri tam ağzını açıp, “Hanım...” diye
söze başlayacaktı ki Kayra Han adeta bir aslan gibi kükredi “Sus! Asıl susması gereken sen; sus! Sana
kudretimi verdim, sana gökleri verdim. Sana çakın kürkümü verdim. Böyle mi
hükmettin? Kardeşlerine böyle mi yol gösterdin!”
Kayra
Han’ın ettiği bu sözler sonunda Gök Tengri başından tulgasını çıkarıp yere
vurdu ve sırtındaki kürkü alıp, atasının tahtının üzerine bıraktı. Kayra Han
dört kardeşe baktı ve “Emanetim olan
Altın Kılıca sahip olamadınız. Benim kudretimin bir kılıç ile ayakta durduğunu
mu sanırsınız? O size bir işaretti. Sizin için bir sınavdı. Ve siz kaybettiniz!
Kırış bitti.” dedi. Kayra Han öfke
dolu kudreti ile otağda dolaşıyordu.
"Bundan böyle yağız
yere ve göklere yağılar olarak çekilin! Bir daha asla bir araya
gelemeyeceksiniz! Bir daha asla soylarınız bir araya gelemeyecek! Eğer bir daha
bir araya gelmek istiyorsanız ve soylarınızın dirliği olsun istiyorsanız, Altın
Kılıcı buraya; sahip olduğu yere getirin!
Yoksa Erlik Han’ın gazabı ve kini altında,
Kalgançı Çak’a kadar inlersiniz...”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder