“Karaş ile Kerey otağın
önünde, seni görmek dilerler.”
“Gelsinler.”
“Gelsinler.”
Yağız yerin yedi kat dibinde inşa
edilmiş yer altı acununda, balçıktan akan nehirlerin yanında, kan rengi
göklerin altında, Yılanlı Otağ’da Mengü
Kayra Han’ın ilk yarattığı kişi Erlik Han, elinde altın kılıç ile domuz
boynuzundan yapılma tahtında oturuyordu. Karaş ile Kerey’in geldiğini salık
veren, ateşler içindeki elbisesi ile bu nefret otağına alev saçan evdeşi Albız
idi. Karaş ile Kerey içeriye girip diz vurdular ve baş eğdiler.
Mengü
Kayra Han Erlik Han’ı yarattığında kendi güçlerinden ona bahşetmiş, Erlik Han
ise kendini yaratan atası ile özünü bir tutup, onunla amansız bir mücadele
içine girmişti. Mücadelenin yeneni tabi ki mutlak gücün sahibi Kayra Han
olmuştu. Sonunda cezalandırılmış ve yerin altına atılmıştı. Atasının kendisine
bu denli yağı olmasının sebebi Albız’ı yaratmasıydı. Erlik, yaradılış itibari
ile çok yakışıklı ve güzeldi. Ancak kendi güzelliği ve atasının kudretinden bir
parçayı Albız’a verince Kayra Han’ın sonsuz gazabına sebep olmuş, kendi
güzellikleri de elinden alınmış, bir daha yaratma gücü kalmamıştı. Erlik Han ne
kadar yaratmak isterse istesin yarattıkları Mengü Kayra Han’ın yarattığı
kişilere asla benzemiyordu. Yarattığı kişilerin yüzlerindeki kusurlar neredeyse
hep aynı idi. Ya tek gözlü ya da üç gözlü oluyorlar, sivri ve tazı dişlerine
benzer dişleri ile bakana korku veriyorlar ve boynuzları ile nefret edilen
yaratıklar haline geliyorlardı. Karaş ile Kerey ise Erlik Han’ın ilk yarattığı
dostları ve aynı zamanda komutanlarıydı.
“Han’ım. Bizi
buyurmuşsunuz. Sizi görmek diledik. Bize olan buyruğunuz nedir?”
Erlik
Han tahtında iyice kuruldu ve derin bir nefes alıp, gülerek dışarı bıraktı.
Yüzünden, yapacakları kötülüklerin izleri belli oluyordu. Gözlerini kapatıp
avuçlarını sıkıca kapadı ve açınca meydana gelen nesneyi onlara doğru tuttu;
“Bu elimde gördüğünüzün
ne olduğunu biliyor musunuz? Bu, bizim yeryüzüne çıkışımızın işaretidir. Altın
tohumu! Küçük kardeşim Altay Kağan’ın elinden çıkma.” Erlik
Han, “küçük kardeşim” derken yüzünü alaycı bir ifadeye büründürmüş, adeta yere
tükürmüştü; “Beni iyi dinleyin. Bundan
bir süre önce Albız, yer kapısının mührünü bozarak dışarı çıktı. Bunun nasıl
olduğunu merak ediyorsunuzdur. Atam Mengü Kayra Han güçlerini Ak çocuklarına
bırakıp giderken, Kara Oğul olan bana, bulunduğum yerden asla çıkmamamı
buyurdu. Sırtından kürkünü çıkarıp, Gök Tengriye verirken, ben de oradaydım ve
o sırada börkünden düşen Anka tüyünü alarak sakladım. Sonra onu Albız’a verdim.
Albız Anka tüyü ile kapıyı açıp çıktığında önce Ülgen’i, daha sonra da Altay’ı
büyüleyip bana altın tohumunu getirdi. Bu sırada ben de, Mengü Kayra Han’ın
gücü ile dövdüğü, mutlak kudret ve gücün sahibi Altın Kılıcı yerinden çaldım.
Böylece yeryüzünün kapısının bize sonsuza dek açılacak vakti geldi.”
“Tabi ki ben de
ulusları ve Hanları birbirine düşürmek için ufak oyunlar oynadım.” Erlik
Han’dan sözü devralan Albız idi ve konuşmaya devam etti; “O gece, yeryüzüne attığım her adımda bir soyun kağanını öldürdüm. Ve
onların alnına kardeş soylarının damgalarını vurarak, başlarını tuğlarına
geçirdim. Altın Kılıç yerinden çalındığı için yer gök birbirine çoktan
karışmıştı. Sonrasını biliyorsunuz. Büyük bir kırış.”
Erlik
gülümseyerek ona baktı. Evdeşini böylesine bir us ile görmek kendisini mutlu
ediyordu. Devam etti;
“Kırış bitti. Ancak
Mengü Kayra Han, her soyu bir köşeye attı ve bir daha bir araya gelmelerini
yasakladı. Benim küçük, alık kardeşlerimi de birbirine yağı şekilde
birbirlerinden ayırdı. Artık onların her birisi bir tarafa çekilmiştir. Bu
altın tohumu ile kendimize ordular yaratacağız. Bu ordular ile bu yer altı
acunundan kurtulup, yağız yere çıkacağız.”
Karaş
ile Kerey, bu iğrenç ve çılgın yaratıklar heyecanlanmıştı. Kerey başını öne
eğerek lafa karıştı; “Kişioğullarını,
soyları kuruyup, ocakları sönene dek öldürecek miyiz?”
“Evet. Size çağlar
öncesinden vaat ettiğim gibi. Artık yaratma sırası bendedir. Mengü Kayra Han, bütün
o kudreti, ululuğu ve iyiliği ile yarattıklarına hükmedemedi. Ordulara hükmeden
nefret ve korkudur. Korkunun olduğu, ölümün kol gezdiği hiçbir yerde kişioğlu
başına buyruk olamaz. Benim yaratacağım ordular benden korkacaklar. Sizin
başbuğluğunuz ile yeryüzüne çıkıp, azalmış olan soyları bulacaklar ve onları
kanlı kılıçlardan geçirecekler. Böylece yeryüzünde Mengü Kayra Han’ın
kişilerinden kimse kalmayacak. Sonrasında ise sıra benim gücümü, kudretimi
çalan küçük kardeşlerime gelecek. Onlara hak ettiği ölümü vereceğim!”
“Ama bu nasıl olur?” diye
sordu Karaş; “Onlar yok edilemezler!”
“İşte elimdeki Altın
Kılıç, onların acı çekerek yok olmalarına sebep olacak. Onu bu yüzden çaldım.
Karaş ile Kerey, artık çağ bizimdir!”
Karaş
ile Kerey yedi kere diz vurdular, “Buyruk
ve güç senindir Erlik Han! Kutluluğunla sonsuz ol!” diyerek otağdan
ayrıldılar. Erlik Han ise Albız’a dönerek şunları söyledi; “Albız, ateş renkli evdeşim. Artık yaratacağız. Mengü Kayra Han, sana
ve bana yaşattıklarının bedelini ödeyecek.”
***
Yüce
bir dağın başında, donmamak için hayvan kürklerine sarılmış vaziyette ilerleyen
bir kişi, sırtına vurduğu odunları, ilerideki mağaraya taşıyordu. Karların
içine bata çıka geldiği yoldaki ayak izlerini, ayaklarının ardına taktığı
çalılar ile kapatmaya çalışıyordu. Kar lapa yapa yağıyor, odun taşıyan kişinin
ayak izlerini, çalılara gerek kalmadan hemen kapatıyordu. Bir müddet sonra
yolun sonuna gelmiş, dağın içine doğru uzayan mağaraya girmişti. Onu içeride
hayli yaşlanmış, saçı ve sakalı yağan kardan da beyaz olan bir aksakallı
karşıladı.
“Hayli geç oldu. Ardına
düştüler diye korkmaya başlamıştık!” Ateşin başına doğru
ilerleyince aksakalın konuştuğu kişi üstünden kürkleri attı. Mağaraya odun
taşıyan bu kişi, aksakalın büyük torunu Kazak idi. Kazak, büyük atasına
dönerek; “Kar bastırdı. Her yer kapandı
ata. Birkaç kere izci kartalları göklerde görünce saklanmak zorunda kaldım.
Bögütey nerede?”
“Mağaranın diğer
yanında, sana karnını doyur diye kurut getirmeye gitti.”
Bögütey
ağabeyinin geldiğini duyunca sevinçle mağaranın diğer yanına koşmuş, ona kurut
getirmeye gitmişti. Onların yanına gelince ağabeyinin boynuna atıldı. Kazak onu
kucaklayarak ateş başına götürdü. Önce kendisi oturdu. Ardından da Bögütey’i
dizlerine oturtarak uzun, dalgalı saçlarını sevmeye başladı. Soğuk ve
hastalıktan ana ve ataları uçmağa varmış, dört yana dağılmış olan ocaklarından
yalnızca atası ve yedi yaşındaki kardeşi kalmıştı. Bögütey’in getirdiği kurutu
ateşe tutarak ısıtan Kazak, karşısına oturmak için çöken aksakalla konuşmaya
başladı;
“Büyük atam,
yaklaşıyorlar. Gün geçtikçe yaklaşıyorlar. Bu gidişle uzun süre buradan
çıkamayabiliriz.”
“Kurutumuz azaldı.
Zaten kuruttan başka bir şeyimiz kalmadı. Yazın ortasında kar yağması görülmüş
iş değil. Yemişler de çürüdü, gitti. Avcı kartalını okladıklarından beridir,
karnımıza taze et de girmedi. Son kalan atımızı da bu kurutu yapmak için
kestik. Avucumuzda hiçbir şey kalmadı...”
Kazak
bir elindeki çubukla ateşi dürtüp kızıştırıyor, diğer eli ile de ısıttığı kurutu
yemeye çalışıyordu. Aksakal ise çatlamış ve yarık yarık olmuş elini ateşe
sokmak istercesine uzatıyor, küçük Bögütey de merakla onların konuşmasını
dinlerken, bir yandan da saçlarını örmeye çalışıyordu.
“Karaş’ın ordusu Altay
Kağan ve Ülgen Han soyunu neredeyse tüketmiş. Odun toplar iken karşılaştığım
Sungur söyledi. Ocakları söndü. Yazık...”
“Kerey de bizi
tüketmeye and içmiş. O kadar yaklaştılar ki, kafamızı çıkaramaz olduk. Ah kanım
deli olacaktı, baharım yirmi olacaktı ki, atıma atladığım gibi üstlerine varır,
o uğruların canını alırdım.” Aksakal burada durup
Kazak’a baktı. Sonra ikisi de gülüştüler. Kazak kurutunu bitirmiş,
parmaklarında kalan yağları yalıyordu. Bögütey dayanamayarak sordu;
“Ata, Karaş ile Kerey
nedir? Söyleştiklerinizden hiçbir şey anlamıyorum. Ne olur bana da anlatsanız?”
Aksakal
kaşlarını kaldırdı ve işaret parmağını ona doğrulttu. “Olmaz. Sen daha çağsın. Usunu bunlarla kirletme. Üzülürsün.”
“Ne olur anlat artık.
Her defasında aynı şeyi diyorsun. Darılırım anlatmazsan.”
Aksakal
ile Kazak göz göze geldiler. Kazak başı ile onay verince, Aksakal anlatmaya
koyuldu;
“Madem büyüdün, artık
sana anlatabiliriz. Çağlar, çağlar önce idi. Sonsuz gücün sahibi Mengü Kayra Han,
ilk oğlu Erlik Han’ı yarattı. Ona güçler verdi. İyilikten dönen Erlik Han
atasına karşı geldi ve böylece atası tarafından yerin yedi kat dibine, kendisi
gibi kötü olan evdeşi Albız ile atıldı. Mengü Kayra Han daha sonra beş Han daha
yarattı. Bunlar Gök Tengri, Ülgen Han, Temir Tengri, Altay Kağan ve Umay Bilge Konçuy
idi. Her birine bir güç, her birine bir soy verdi. Bizler, yani sen, ben ve
ağabeyin Gök Tengri soyundanız. Soyumuzun damgası gök yeleli bozkurttur.”
“Peki ata, ne oldu
sonra onlara? Öldüler mi?”
“Onlar ölürler mi hiç?
Sadece kötü şeyler oldu. Çok kötü şeyler... Mengü Kayra Han gökyüzündeki Altın
Otağını bırakıp, doksan dokuzunca kata, Zümrüt Otağına çekilince, her şeyin
kudretini çocuklarının eline verdi. Tek bir şartı vardı. Altın Kılıç yerinden
sökülmeyecek!” Aksakal anlatırken ateşin gölgesi
mağaranın duvarına yansıyor, Bögütey onu dinlerken gölgelere bakıp, sanki
anlatılanları görür gibi oluyordu. Büyük atası anlatırken sesi perde perde
yükseliyor, boğazındaki damarları şişiyor ve terliyordu.
“Sonra ne oldu büyük
ata? Kılıç gitti mi?”
“Kılıç gider mi hiç?
Erlik Han onu çaldı. Sakladı. Kardeşler birbirlerine düştü. Her biri diğerine
çeri çıkarttı ve büyük bir kırış oldu. Bizim soyumuz da bu kırış içindeydi.
Sonra birden bütün çeriler soylarımızın hayvanlarına dönüştüler ve acımasız
olarak vuruşmaya devam ettiler. Öyle bir hal aldı ki, yer ve gök kana bulandı.
Sonra Umay Bilge Konçuy bu kırışı durdurmak için Kayra Han’a yakardı ve alkışı
kabul görüldü. Ancak Kayra Han bizi, yani bütün Han soylarını birbirinden
ayırdı. Bununla yetinmedi ceza olarak kardeşleri de ayırdı.”
Aksakallının gözlerinde yaşlar birikmişti. Devam edemedi. Sözü genç torunu
Kazak aldı;
“Bögütey; Erlik Han,
Altay Kağandan çaldığı altın tohum ile kendi ordusunu yarattı. Yarattıkları
bize benzemiyordu. Onlar tıpkı canavar gibidirler. Boynuzları, üç tane gözleri
ve tazı dişleri vardır. Onları donattı ve yer kapısından yağız yere saldı.
Başında ise komutanları Karaş ile Kerey vardı. Karaş ile Kerey kimseye
acımadılar. Buldukları kim varsa acımasızca ve kalleşçe öldürdüler... Çok az
sayıda kaldık. Bir tek Temir Tengri soyu... Onlardan hâlâ mücadele edenler
varmış...” Kazak doğruldu ve kucağında Bögütey ile
mağaranın içine doğru ilerledi. Onu kürkler ile örtülü yatağına yatırdı ve
üstünü sıkıca örttükten sonra “İşte bu
kadar. Hadi artık uyu. Sabah güzel bir gün olur umarım.”
“Ağabey, sence Hanlar
bizden yüz mü çevirdi? Neden bize yardım etmiyorlar?”
Kazak
hiçbir şey demedi. Onu alnından öptü ve aksakalın yanına döndü. Aksakalın yüzü
asılmış, kederden ateşin külleri gibi kararmıştı. Kazak ona “Yakında hepimiz öleceğiz ata. Hanlar bizden
yüz çevirdi.” dedi. Aksakal hiç cevap vermeden, soluklanmak için mağaranın
dışına doğru ilerledi. Kürküne sarılmış, yağan karı izliyor, görünmeyen göğe
bakmaya çalışıyordu.
“Gök Tengri, Ülgen,
Altay! Temir Tengri, Umay! Neredesiniz...”
Aksakal elini, kürkünün altından göğsüne
soktu. Yüreğinin üstünden bir nesne çıkardı. Daha sonra mağaranın içine dönerek,
ateşin şavkının vurduğu, aydınlık bir yerde elindekine baktı. Bu nesne, bir
tuğun parçası idi. Yırtılmış ve yıpranmıştı. Yalnızca bir bozkurt ayağı
görünüyordu. Onu yere serdi ve kuşağından çıkardığı bıçağa bakarak “Fedakarlık olmadan, mutluluk olmaz...” dedi
ve avucunu derin bir şekilde kesti. Kesilen avucunu tuğa bastırdı ve yakarmaya
başladı; “Umay Bilge! Mutlulukların ve
sevginin ruhu! Yardım et. Yakarışımızı duy. Ulu Konçuy, merhametin,
bağışlamanın ruhu, alkışımızı işit. Bizi bırakma. Bizden yüz çevirme. Yardım
et. Ocağımızı söndürme. Bizden yüz çevirme...” Ne kadar sürdü bilinmez,
aksakal yakarmaktan takatsiz kalınca uykuya daldı. Düşünde bir su başında
gençleşmiş olarak duruyordu. Karşısında ışıklar içinde elbisesi ile daha önce asla
görmediği bir güzelliğin sahibi olan kadın peyda olmuştu.
“Aksakallı
koca Doğan! Yakarışını duydum. Ben güzelliklerin ve mutlulukların ruhu Umay
Bilge! And olsun, ocağınız sönmeyecek...”
Aksakallı koca Doğan birden uyandı. Dili
damağı kurumuştu. Ateşler içinde yanıyordu. Hızlı adımlarla mağaranın dışına
kar yemeye çıktı. İçeri geri döndüğünde elindeki kesiğin yok olduğunu, iz bile
kalmadığını gördü. Düş görüp görmediğini anlamak için belindeki bıçağı çıkardı
ve ardını kafasına vurdu. Acı hissediyordu. Düşte olamazdı. Daha sonra
gözlerine inanamayacağı bir şey gördü. Mağaranın içinde, ateşin hemen başında
duvara yaslanmış bir tuğ, üstünde gök yeleli bozkurt damgası ile öylece
duruyordu. Umay Bilge, yakarışını duymuştu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme