“Kuş olup uçsam sevgilimin diyarına
Saçından bir tel alsam ah taksam başıma
Söylesem sevgimi, kalbimi açsam ona
Aşkımın çiçeğini taksam başına
Sözleri ah sitemkâr kıskanır beni yakar
Nazlanır yalvarır ah o güzel yar
Söylesem sevgimi kalbimi açsam ona
Aşkımın çiçeğini taksam başına”
Bu sefer de zihnimde başka bir soru beliriverdi. Acaba bu sözleri çok içli olmasa da tınısında hüzün olan besteyi hangi duyguyla yazmıştır; diye sorgulamaya başladım. Aşk mı, hasret mi, yoksa sabır mı? Daha birçok duygu canlandı zihnimde.
Onu tanımadan tanışmış gibi şarkıları üzerinden O aziz kadın ile muhabbet etmeye başladık.
Teferruat olan kısmına değinmeden hayatını paylaşmak isteği hâsıl oluvermişti. Tam bir Üsküdar hanımefendisi; iyi bir eğitim almış ve birçok müzik aletini ahenkle kullanan bir kadın imiş Neveser Hanım.
Henüz 15-16 yaşlarında görücü usulü olarak topçu subayı Mehmet Ali Bey ile evlenmiştir. Ancak, bu evlilik çok kısa sürmüş. Çünkü henüz ikinci yılında eşinin Çanakkale Savaşı' nda Mehmet Ali Bey’in şehid düşmesi neticesinde bir yaşındaki oğlu Adnan ile baş başa hayatını devam ettirmiş. Neveser Hanım dilinden bu elim olayın başlattığı hayat dönemini şöyle anlatır:
“Eşimin vefatından sonra dünyam kararmıştı. Oğlumla birlikte beş yıl boyunca evime kapandım, dışarı adım atmadım. Dünyaya küsmüştüm. Sonra karlı bir kış günü kendimi artık toparlamaya karar verdim. Bahçeye çıktım, temiz havayı derin derin içime çektim. İşte tam o sırada, hızla atılmış bir kartopu çarpmışçasına derin bir acı duydum yüzümde. Yanağım bir anda kasılıp kalıvermişti sanki.”
Bu olaydan sonra yüzünün sol yanına felç inmiş ve kendini evine kapamış.Sol yanı acıyordu belli ki. Evet, evet kafamda biraz daha şekillenmeye başlamıştı. Zamana ve mekana sığmayan aşktı bu besteleri ona yazdıran.
Teferruat olan kısmına değinmeden hayatını paylaşmak isteği hâsıl oluvermişti. Tam bir Üsküdar hanımefendisi; iyi bir eğitim almış ve birçok müzik aletini ahenkle kullanan bir kadın imiş Neveser Hanım.
Henüz 15-16 yaşlarında görücü usulü olarak topçu subayı Mehmet Ali Bey ile evlenmiştir. Ancak, bu evlilik çok kısa sürmüş. Çünkü henüz ikinci yılında eşinin Çanakkale Savaşı' nda Mehmet Ali Bey’in şehid düşmesi neticesinde bir yaşındaki oğlu Adnan ile baş başa hayatını devam ettirmiş. Neveser Hanım dilinden bu elim olayın başlattığı hayat dönemini şöyle anlatır:
“Eşimin vefatından sonra dünyam kararmıştı. Oğlumla birlikte beş yıl boyunca evime kapandım, dışarı adım atmadım. Dünyaya küsmüştüm. Sonra karlı bir kış günü kendimi artık toparlamaya karar verdim. Bahçeye çıktım, temiz havayı derin derin içime çektim. İşte tam o sırada, hızla atılmış bir kartopu çarpmışçasına derin bir acı duydum yüzümde. Yanağım bir anda kasılıp kalıvermişti sanki.”
Bu olaydan sonra yüzünün sol yanına felç inmiş ve kendini evine kapamış.Sol yanı acıyordu belli ki. Evet, evet kafamda biraz daha şekillenmeye başlamıştı. Zamana ve mekana sığmayan aşktı bu besteleri ona yazdıran.
“Bir serab oldu şimdi hayalin
Canım sen, neşem sen, bir lahza görsem
Neden solar çiçekler, onlar da hasret mi çeker
Bilinmez ne söyler, sevdiğini mi özler gözler
Bir serab oldu şimdi hayalin
Canım sen, neşem sen, bir lahza görsem'
Merak bu; diner mi hiç? İçime sinmemişti. Sadece aşk olamazdı sol yanındaki acının sebebi derken hasretle yazılmış bir bestesine ulaştım. Acı daha da derinleşiyordu. Dinledikçe içindeki ayrı düşmenin hazan mevsimindeki hüznünü daha da iyi anlıyordum.
Hasret çektiğini görememek, göz bu özlüyor sevdiğini… Bir an görmek için ömrünü vermeye razı gönüller, sevdiğinden ayrı ömrün tadı neşesi yok!
İlk bakışta sanki özlem kokan bir beste gibi geliyor insana “Yıllardır bekliyorum” diyebilmek hem de bu kadar içli ve samimi bir şekilde. İliklerinizden tüylerinize kadar hissederek… Yıllarca beklemek için özlem yeterli midir dedim kendi kendime Şöyle bir etrafıma baktım ve düşündüm.. Yok, yok; yetmez. Kesinlikle daha daha fazlası mevcuttu Neveser Hanım’da.
Bu sadakat ve sabır olmalı. Yoksa kim sevdiğini de olsa bir ömür bekleyebilir ki? Demek aşk dedikleri kuru bir sevgiden ibaret değildi. Onun da üzerine inşa edildiği temel direkleri vardı. O temel direkleri ne kadar sağlam ise tıpkı günümüze kadar ulaşabilen bir tarihi esercesine o kadar uzun ayakta kalabiliyordu. Sadakat de, sabır da olmalı; yanı başındayken sanki hep yanında olacakmış hissi sabrı öldürüyor ve bir gün yanında olamayacağı düşüncesi aşkta sabır olmalı diyor. Sadakat ise sabrın kan kardeşi. Hatta gelmeyeceğini, gelemeyeceğini bilsen bile...
Zihnim düşündükçe beni başa döndürdü. Okuduğum bir yazıda ölümünden sonra bütün eserlerinin yakılmasını vasiyet etmiş olduğunu öğrendim. Bir insan neden bütün duygularını yakılmasını isteyebilirdi? Öldükten sonra kimse bu duygulardan haberdar olunmasın isteği olabilirdi bu. Belki vasiyet yerine getirilerek yakılsaydı; günümüze kadar bu büyülü tınıyla tanışamayacakmışım. Bir muhafaza duygusu bu aslında yıllarca acısını, aşkını, hasretini, sabrını ve sadakatini muhafaza etmiş olan bir kadın başka hangi duygusunu muhafaza etmiş olabilirdi?
Yüreğimi derin bir segâh makamı sardı “Kuş olup uçsam sevgilimin diyarına”. Sahi; segâh hüznü ve zühdü çağrıştırırmış insana. Genç yaşta hüzünle tanışan bu kadın belli ki hakiki aşka erişmiş dünya nimetlerinden elini eteğini kesmiş; yalnız derdi “O'na ulaşmak”. Rabbim O’nu öyle bir sınamış ki bir ömür hüzünle yaşasa da içinde beliren o duyguyla bir ömür sabırla beklemiş; hem de sol yanına inen felç yüzünde aynaya bile bakmadan…
Akşam ezanı segâh makamı ile okunur, gündüz bitmiş onun için artık hep akşam hep karanlık ama burada hüznün ötesinde bir şeyler olmalı. Kavuşma diyelim. Kavuşma ümidi ve hayali var. Her şey bitmiyor. Segâh diyince Itri geliyor aklıma.' Bir “Segâh Tekbir” ile uyanıp “Segâh Salât-ı Ümmiye” ile ürperenler aşkına!
Segâh “Kurban Bayramı Tekbiri” Itri'nin bir eseridir. Kulaklarımda “Allahû Ekber” sesleri yankılanıyor. Bu sevdalı kadın aşkların en yücesi olan “Aşka” ulaşmış olmalı diye diledim. Bestenin segâh makamında olması tesadüf olamazdı. Hakiki aşka ulaşmış, sabırla ve sadakatle saklamış aşkını. Aşkını muhafaza etmiş. İlk günden daha fazlasını barındırmış yüreğinde. Yıllarca bunlar ancak sadakatle olur.
Sevgisine, sevdiğine ve hasretine. Kısa zamanda yaşadıklarına sadık kalmış, duygularını saklamasını bilmiş. Günümüze çok uzak olmayan senelerde ama görünen o ki maalesef o artık ulaşılamaz diye düşünülen bir çağda artık bir “destan” gibi hapsedilmiş.
Yazının başında dediğim gibi “Sanki çok aşina yaşanmış, yaşadığım bir hayat” diye... Dinlediğim anda büyüsü sardı etrafımı. Hayatlar birbirinin aynı olmuyor. Acıları yaşamadım ama aşk tanıdık olsa gerek. Pembe kaplı üzerinde kalp olan kitapları Neveser Hanım okumamıştır. Yahut içinde İslam olmayan bir tasavvufî gurupla da haşır neşir olmamıştır. O bambaşka bir “okul”da öğrenmişti ölümsüzlüğü. Tıpkı Yunus’un dediği gibi:
Sevmek, hasret çekmek ve sabır göstermek; fakat en önemlisi sadık olmak. Her şeyiyle aşkının arkasında olmak; özlem, sevinç keder acı... Günümüzde hoyrat birlikteliklerinin ve kapitalistleşen “o beni bırakırsa ben onu çoktan bıraktım” al gülüm ver gülüm ilişkilerinin inadına herkesin kendini şöyle yeniden bir tartmasını gerektiren bir “Aşk Hikâyesi”. Tabii bu aşkı terazide dahi olsa taşıyabilecek kol bizde kaldı ise.
Hüzünlü bir aşk hikayesi gibi gelse de sonu vuslatla erecek bir aşk hikayesi. Neden mi bu kanıya vardım? İki Cihan Başbuğu (s.a.v.) “Kişi sevdiğiyle beraberdirdir”.
Ebubekr es Sıdk gibi bize de “O(s.a.v.) hiç yalan söylemedi, O(s.a.v.) dedi ise doğrudur.” Diye tefekkür etmek düşer.
Allahû Âlem.(En doğrusunu Allah bilir.)
www.uskudarcevresi.com
kevser.ozyurt@gmail.com
Hasret çektiğini görememek, göz bu özlüyor sevdiğini… Bir an görmek için ömrünü vermeye razı gönüller, sevdiğinden ayrı ömrün tadı neşesi yok!
“Yıllardır bekliyorum, bir gün dönersin diye
Neden bağlandı gönül vefasız sevgiliye
Kalbimdeki aşkını hayalimle süsledim
İnana bana güzelim seni candan özledim “
İlk bakışta sanki özlem kokan bir beste gibi geliyor insana “Yıllardır bekliyorum” diyebilmek hem de bu kadar içli ve samimi bir şekilde. İliklerinizden tüylerinize kadar hissederek… Yıllarca beklemek için özlem yeterli midir dedim kendi kendime Şöyle bir etrafıma baktım ve düşündüm.. Yok, yok; yetmez. Kesinlikle daha daha fazlası mevcuttu Neveser Hanım’da.
Bu sadakat ve sabır olmalı. Yoksa kim sevdiğini de olsa bir ömür bekleyebilir ki? Demek aşk dedikleri kuru bir sevgiden ibaret değildi. Onun da üzerine inşa edildiği temel direkleri vardı. O temel direkleri ne kadar sağlam ise tıpkı günümüze kadar ulaşabilen bir tarihi esercesine o kadar uzun ayakta kalabiliyordu. Sadakat de, sabır da olmalı; yanı başındayken sanki hep yanında olacakmış hissi sabrı öldürüyor ve bir gün yanında olamayacağı düşüncesi aşkta sabır olmalı diyor. Sadakat ise sabrın kan kardeşi. Hatta gelmeyeceğini, gelemeyeceğini bilsen bile...
“Kuş olup uçsam sevgilimin diyarına
Saçından bir tel alsam ah taksam başıma
Söylesem sevgimi, kalbimi açsam ona
Aşkımın çiçeğini taksam başına”
Akşam ezanı segâh makamı ile okunur, gündüz bitmiş onun için artık hep akşam hep karanlık ama burada hüznün ötesinde bir şeyler olmalı. Kavuşma diyelim. Kavuşma ümidi ve hayali var. Her şey bitmiyor. Segâh diyince Itri geliyor aklıma.' Bir “Segâh Tekbir” ile uyanıp “Segâh Salât-ı Ümmiye” ile ürperenler aşkına!
Segâh “Kurban Bayramı Tekbiri” Itri'nin bir eseridir. Kulaklarımda “Allahû Ekber” sesleri yankılanıyor. Bu sevdalı kadın aşkların en yücesi olan “Aşka” ulaşmış olmalı diye diledim. Bestenin segâh makamında olması tesadüf olamazdı. Hakiki aşka ulaşmış, sabırla ve sadakatle saklamış aşkını. Aşkını muhafaza etmiş. İlk günden daha fazlasını barındırmış yüreğinde. Yıllarca bunlar ancak sadakatle olur.
Sevgisine, sevdiğine ve hasretine. Kısa zamanda yaşadıklarına sadık kalmış, duygularını saklamasını bilmiş. Günümüze çok uzak olmayan senelerde ama görünen o ki maalesef o artık ulaşılamaz diye düşünülen bir çağda artık bir “destan” gibi hapsedilmiş.
Yazının başında dediğim gibi “Sanki çok aşina yaşanmış, yaşadığım bir hayat” diye... Dinlediğim anda büyüsü sardı etrafımı. Hayatlar birbirinin aynı olmuyor. Acıları yaşamadım ama aşk tanıdık olsa gerek. Pembe kaplı üzerinde kalp olan kitapları Neveser Hanım okumamıştır. Yahut içinde İslam olmayan bir tasavvufî gurupla da haşır neşir olmamıştır. O bambaşka bir “okul”da öğrenmişti ölümsüzlüğü. Tıpkı Yunus’un dediği gibi:
“Bu dünya ol ahiretten içeri
Âşıkın yeri var kimseler bilmez
Yunus öldü diye sela verirler
Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez”
Ebubekr es Sıdk gibi bize de “O(s.a.v.) hiç yalan söylemedi, O(s.a.v.) dedi ise doğrudur.” Diye tefekkür etmek düşer.
Allahû Âlem.(En doğrusunu Allah bilir.)
www.uskudarcevresi.com
kevser.ozyurt@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder