1 Ekim 2013 Salı

Türk Milliyetçiliği'nde Savaş ve Şiddet



Not: Yazının ilk başlığı "Savaş Üzerine Sorgulama" idi. Türk Milliyetçilerinin daha çok dikkatini çekmek maksatlı Mete Üstadımın tavsiyesi üzerine "Türk Milliyetçiliğinde Savaş ve Şiddet" olarak değiştirilmiştir.

Mete Üstadım demiş ki:

"MİLLİYETÇİLİK VE ŞİDDET. Dünyadaki bütün milliyetçilik hareketleri şiddete meyyaldir. Bunun istisnası yoktur. Mussolini ve taraftarlarını düşünün, Franko ve taraftarlarını düşünün, İkinci Dünya Savaşındaki Japon milliyetçilerini düşünün, Amerikan milliyetçilerini düşünün, Nazileri hiç söylemiyorum bile... Peki neden? Çünkü milliyetçiler yaşama gerçekçi bakarlar. Yaşama gerçekçi bakmak iki şart dayatır bize: 1. Yaşama gerçekçi bakmak yaşamın bir savaş olduğunu görmektir. Bu savaşı her alt ve üst anlamıyla düşünebilirsiniz. 2. Yaşama gerçekçi bakmak yaşamın bir hayatta kalma şartıyla gerçekleştiğini kabul etmektir. (Self-preservation). Hayatta kalmak için uğraşmak, savaşmak bir nevî bencilliği doğurur. Milliyetçiler bu nedenle her şeyin başına milleti koyarlar. Bu bakış yaşamın şartlarıyla çok tutarlıdır. Bu nedenle dünyanın her yerinde milliyetçiler yaşamın savaş olduğunu bilerek millî varlıklarını korumak korumak için her an şiddete hazırdırlar. Bu Türk milliyetçilerine özgü bir durum değildir. Genel bir kuraldır. Bu nedenle, Türk milliyetçilerini bu duygudan soyutlamaya çalışmak milliyetçiliğin iki ayağını da kesmek demektir. İki ayağı kesildikten sonra milliyetçilik ayakta kalamaz. Yere düşen ise milliyetçilikten başka hiçbir şeydir. (Lütfen sen şiddet mi istiyorsun, kavga mı istiyorsun diye yorumlar yapıp kendi zekanızı küçümsemeyin. Şiddete hazır olmak demek yani şiddet ve savaş gerçeğini kabul etmek demek, şiddeti arzulamak demek değildir. Sadece hayatta kalma ve gelişme duygusunun teminatı demektir)."

El cevab:

Savaş insanoğlu ile beraber yaratıldı. Hatta ondan da eski.

Savaş elbette ki klasik manada bir kılıç kalkan, top tüfek işi ile sınırlandırılamaz. Eski uygarlıklar belki de yüz yüze savaşmayı yeğlediklerinden yırtıcı hayvan figürlerini tercih ettiler. Ejderhalar, kartallar, hayali griffonlar ve kurt figürleri... Lakin bu hayvanlara rakip olmasa ve doğrudan doğruya kıyas kabul etmese dahi; doğa tarihinde mikro boyutta muhteşem bir savaşçı sudur ederek tam bir asker karakteri ile hayatta kalmayı başarmıştır:  Bu şüphesiz "karınca"dır.

Günümüz savaş karakteristiği de karıncalar, yarasalar ve akbaba gibi nispeten sinsi ve karanlık bir karakteristiktedir. Karıncanın malik olduğu güç ve organizasyon yeteneği insanoğlunu bile kıskandıracak derecede korkunç boyutlardadır. Kendinden tam elli kat fazla ağırlık taşıyabilen bir karınca binlerce adedinin bir şekilde organize hareket etme kabiliyeti ile sınırlı zekasının ve mikro boyutunun dezavantajlarına karşılık bu saydıklarımın terkibinden ortaya çıkan sonuç ile en tehlikeli yırtıcılar için bile tehdit haline gelebilir. Akbabaların aksayan bir avının peşini kilometrelerce peşini bırakmaması ve yarasanın avının karanlıkta onu hemen hemen varlığını hissedemeden yem olması... Tabiat anadaki sürekli savaş hali; bir hayatta kalma ve var oluş mücadelesidir. Su sıralar çevirisini yapmaya niyet ettiğim lakin iş ve okul derken bir türlü tamamlayamadığım "Netwar" kavramı ile konuyu geri döneceğim.

"Bir arada yaşayan insanlar arasında tabiî hâl bir barış hâli değil, her zaman îlân edilmiş olmasa bile her ân patlayabilecek gibi görünen bir harp hâlidir." diyor Immanuel Kant. Daha insanın ilk insanlar dahi varken insanoğlunun temel içgüdülerinden biri olan şiddet, Habil ve Kabil arasında zuhur etmiş ve ilk kan dökülmüştür. İnsanoğlu, tabiattaki tüm canlılardan belki de daha fazla kendi türünü öldüren bir tür olmayı kendine yakıştırmıştır. Savaşın ortaya çıkardığı ruh hali, insanoğlunu zorluklarla başa çıkmaya, sorunlara pratik çözümler bulmaya ve eldeki imkanların en iyi şekilde kullanmaya itmiştir. Mühendislik bu şekilde doğmuştur demek doğru olmayacaktır, ancak mühendislik savaş ile bütünleşerek önemli atılımlarını gerçekleştirmiştir. Bugün kullanmış olduğumuz bilgisayarlardan tutun da uydu teknolojiisine kadar ilk olarak "savaş teknolojisi"nin araçları olmuştur. Günümüzde de teknolojinin öncüsü yine "savaş sanayii" olarak devam etmektedir.

Greenpeace v.b. ağır romantiklerin ve kozmopolitanların vızıldanması kardeşlik, eşitlik ve barış gibi söylemler hayalden ve söylemden öte gidemeyecektir. Birleşmiş Milletler'den başlayarak benzeri teşekkülerin tamamı; yani sözde "barış" odakları sadece güç ve gücü kontrol eden tarafların emrindedir.

Belki de bunu önceden gören ve savaşa bir batılı gözüyle "felsefi" bir nitelik atfeden Clausewitz tarifini şu şekilde yapmıştır: "Savaş siyasetin başka araçlarla" (şiddet araçlarıyla) devamıdır." Bütün savaşların amacı, düşman silahlı kuvvetlerini yok etme yoluyla onun "iradesini" teslim almaktır. Taktik, muharebe bilimi; strateji de savaş bilimidir. Taktik zaferler fiziki olgulardır; ama stratejik zafer manevi bir olgudur."

Clausewitz, savaş için ana dayanak noktası olarak ortaya "irade"yi koyar. Savaşın devletler arası bir olgu olduğunu da nazara aldığımızda kastedilen irade devleti oluşturan ulusun* "ortak iradesi elzemdir. Üstadımızın da milliyetçilerin "savaş çıkarma" meyyaliğinden kastı da bu meseleden ötürü doğmaktadır. Milliyetçiler; ülkelerine omurga olarak "asabiyye" rolünü üstlendiklerinden ve dinamik bir şekilde insanların o veya bu şekilde itiraf edemedikleri bir şekilde milliyetçilik taşıdığından** "savaş" genelde Milliyetçilerin en önde savaştığı ve bu iradelerini gizlemediklerinden "savaş"ın kazanıldığında şan şeref ve onurlu yükü Türkiye şartlarında milliyetçilere çok görülse bile kaybedildiğinde tüm fatura yine milliyetçilere kesilmektedir.

Aşık Sefai bu durumu "Töre" isimli Türk Milliyetçilerinin gönüllerinde nakşolunacak kadar güzel şiirinde şu şekilde dile getirir:

Senelerce dert sofrasından
Bal yedik ekmeksiz
Allah’in davasidir dedik
Diyet istemedik
Eğilmedik
Kırıldık defalarca
Erkekçesine öldük
Yiğitçesine öldük

İpe giderken satmadık sevdiklerimizi
Kaldırdık hilal sancağını
Yaşadık
Yaşadık "Bozkurt" töresini

Aşık Sefai her ne kadar "yaşadık" ifadesini kullansa dahi bunu en azından ben beşer manada yaşamak olduğunu düşün(e)miyorum. Çünkü adı Turancı, Türkçü, Milliyetçi yahut Ülkücü olsun; bizler bu vatan "can verdik, şehid olduk". Hem de dönem liselerimizden ve üniversitelerimizden bir geleceği vatanı kurtarmak adına gözlerini kırpmadan...

Durum hala günceldir. Hala aynı rijit formundan zerre ödün vermemiştir.

Milliyetçilik; Türk Milliyetçileri için "Alplik" ruhundan, batılı ülkeler için şövalyelikten mirastır.

Savaş karşıtı ve barıştan yana olmak "savaş ve barışın" zıtlıkları üzerinden ülkemiz açısından birbirlerine eş anlamlı gibi kullanma eğilimi yanlıştır. Alplik kavramının Vietnam sendromu içinde kendileri düşman yaratma arzusunu obsesif hale getiren Amerikanvari psikopat psikoloji ile kesiştiği en ufak bir nokta dahi mevcut değildir.

"Siz savaş ile ilgilenmiyor olabilirsiniz; ancak, savaş sizinle kesin olarak ilgilenmektedir." diyor Leon Trotsky. Savaş kavramından dünya üzerinde kendini hiçbir ferdin doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenmemesi mümkün değildir. Çünkü savaş siyasetin sahte nezaketlerinin geride bırakıldığı ve doğrudan maksada yürünüldüğü bir ruhi ve fiziki bir kaos halidir, kargaşa değildir. Kaos; moda tabirlerle taşların yerinden oynayarak düzenin yeni bir form almasıdır.

Platon'un ifadesiyle "Siyasetle uğraşmamanın cezası, sizden daha aptal olanlar tarafından yönetilmektir. Savaş için bu durum çok daha fecidir. Aptallar tarafından yönetilmekten daha beter bir şekilde kadınlı erkekli tecavüzlere uğrayarak size düşman bir topluluğun merhametine sığınmak...

Rahmetli Hocam'ın katılmış olduğu bir yemekte Marmara Üniversitesi'nden bir dekanın "Efendim bırakın bu savaş söylemlerini, düşman kapımıza gelene kadar bu söylem tehlikelidir" anlamına gelen sözlerine "... Hanım; düşmanın kapınıza gelmesini değil; o saatten sonra yatak odanızda bekleyin. Emin olun, kapınıza gelen düşman oraya da girecektir." sözü durumu sanırım daha iyi açıklıyor.

Gün artık "Bella gerant allii - tu felix austria nube" (Diğerleri savaşsın - sen mutlu Avusturya evlen!) denilebilecek siyasi manevra imkanlarının yok olduğu bir gündür. Savaş; gün geçtikçe daha amorf bir yapıya bürünmektedir. Bunu "netwar" kavramı ile de görmek mümkün. John Arquilla'nın "New Rules of War***" makalesi net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Biraz "conspiracy" ile başlayalım. Makaleyi okuduğunuzda aklınıza doğrudan doğruya "Arap Baharı" gelir. Arap Baharı için başlangıç tarihi 18 Aralık 2010 veriliyor. Makalenin yayın tarihi ise 22 Şubat 2010'dur.

Savaş pahalı bir hadisedir. Özellikle de NBC**** silahların ve El-Kaide gibi örnek teşkil edebilecek terör odaklarının dünya siyasetinde etkili olması klasik savaş yöntemlerini "en son çare" olmaya itmektedir. Hadise "think global kill local" hadisesine dönüşmüştür. Türkçesi ile "küresel düşün, yerel öldür". Savaş kirli bir hale gelmiştir. Metaforik bir anlatımla "bir aslan etrafını sarmış binlerce çakala yem" edilir. Başımıza da geldiği için bel altı kasetler, aslı astarı olmayan planlar ve akla mantığa sığmayan ilişkiler ağı örülerek üzerine yıkılır. 

Ya da "netwar" hadisesi vücuda gelir. Özellikle sosyal medyanın da ortaya çıkması ile propoganda yöntemleri ile de bir araya geldiğinde ortaya bugünkü "Ortadoğu" çıkar. Akbaba gibi kilometrelerce av takip edildi; yarasa gibi karanlıklara gizlenildi ve mümkün mertebe ava görünülmedi ve vakit geldiğinde tıpkı karınca gibi davranıldı...

Yüzbinlerce karınca bir anda bir yılana kendini emniyette hissettiği bir anda hucüm etti. Karıncalar yılanı yok ederlerken ne yaptıklarının bile farkında değillerdi üstüne üslük. Yılan ise dirense bile her yerden hucüm eden karıncalara karşı fil deviren zehrini bile kullanamadı...

Mesele sadece hayat kalmak değil; ayakta kalmak da bir o kadar önemli... Savaş dünya yaratılalı beri bir "irade" mevzuusudur. Dünyada çok şey değişse de iradelerin çarpışması meydan okumalar eşliğinde hiç mi hiç kesilmedi.

Peki Milliyetçiler savaşın böylesine hazır mı?

Harıl harıl koşanlara, (nallarıyla) çakarak kıvılcım saçanlara, (ansızın) sabah baskını yapanlara, orada tozu dumana katanlara, derken orada bir topluluğun ta ortasına girenlere yemin ederim ki insan, Rabbine karşı pek nankördür. - Adiyat Suresi

Allahû Âlem(En doğrusunu Allah bilir.)



Dipnotlar:

* (Halk ve millet kelimelerini burada kullanmak yanlış olacaktır. Millet kavramı devletler üstüdür. Bir milletten birden fazla devlet ortaya çıkabilir ve bunlar birbiri ile savaşabilir. Halk ise heterojendir. Birinci Dünya Savaşı'nda İzmir'de Yunan askerinin ayaklarına Türk bayrağı seren de; onlara karşı İzmir dağlarında savaşan Efeler de İzmir Halkıdır. Ulus kelimesi Cengiz Han'ın da kullandığı gibi O'nun iradesine boyun eymiş veyahut iradesini kendine irade kabul etmiş bir millet ya da milletlerden oluşur. Nitekim Cengiz Han'ı bozkır savaşçısı olmaktan imparatorluğa taşıyan unsurlar, öncesinde devlet tecrübesi bulunmayan Moğollar değil; başta Uygurlar olmak üzere Türk boylarıdır. Bunların teşekkülünden Moğol asabiyyesi üzerinde "Moğol Ulusu" binâ olmuştur. Ulusalcılık ise "ulus" kelimesi en ufak bir ilişkisi kalmamış ve anlam kayması yaşamıştır. )

** Kozmopolitanlar bile kendi içlerinde milliyetçidir. Kendilerinin milliyetçiliğini ve uydurdukları "dünya vatandaşlığına" methiyeler düzerek değersiz malını ucuza satmaya çalışan kalpazanların öfkeli kalabalıklar karşısında birbirlerine sarıldığı gibi birbirlerine sarılırlar.

*** http://www.foreignpolicy.com/articles/2010/02/22/the_new_rules_of_war
**** Nükleer, biyolojik ve kimyasal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder