3 Temmuz 2014 Perşembe

Taht Oyunları veyahut "Game of Thrones" üzerine...

"İngiltere'nin ölümsüz kralı 
Arthur değildir, Shakespeare'dir"

Biraz da gündem dışı yazayım istedim... Siyasi gündemin hararetinden arada bir "nefeslenmek" adına biraz da uzaklaşmak lazım.

Türk Dünyası yazar konusunda bir hayli şanslı bir coğrafya idi, çok yakın zamanlara kadar. Fakat ne Cengiz Aytmatov, ne Cengiz Dağcı, ne Necati Sepetçioğlu, ne de Peyami Safa gibi büyük isimler layıkı veçhi ile itibar görmediğini biliyoruz. Öyle ki Yeşilçam Sinemamızın efsane filmi olan "Selvi Boylum Al Yazmalım" filmini düşündüğümüzde aklımıza "Türkan Şoray ve Kadir İnanır" gelir. Aslında bir Cengiz Aytmatov eseri olduğunu birçoğumuz bilmiyor ya da merak dahi etmiyor. Sağlık olsun diyelim ve devam edelim.

Biz Türklerin olarak estetik anlayışımızda şiirin önemli bir yeri olduğu aşikar. Öyle ki nesilden nesile aktarılan destanların tamamı şiir formatındadır. Hatta ve hatta bazıları tekerlemeye yakın bir şekilde çocuklara öğretilir. "Nomad" niteliği taşıyan toplumlar için şiir kültür aktarımı konusunda hayati bir öneme sahiptir. Öyle ki tüm kitapları yakabilir, kütüphaneleri yağmalayabilirsiniz. Lakin tüm insanları öldürebilmek ise o kadar kolay bir hadise değildir. Hem devlet geleneğimizde hem de dini hayatımızda ise önemli bir yeri olduğu konusunda ise hemfikirizdir. Devlet geleneği ve hayatın anlamını tartışan "Kutadgu Bilig" ve dini hayatımız açısında "Divanı Hikmet" üzerilerine ansiklopediler yazılsa, üzerilerine liselerde ders açılsa da hakkı verilebilir mi, bilmiyorum.

Maalesef gençlerimize edebi zevkler aşılamayı başaramıyoruz. Çünkü öğretmenlerimiz için roman özeti çıkarttırmak bir not vesilesi oluyor ve bu nedenle tamamen özgür idare dışı bir şekilde talebeler, not için istemedikleri bir kitabı okumak durumunda kalıyorlar. Çünkü genel itibari kitaplar öğretmen tarafından buyruluyor. Yine şiirin ahengi ve çoğu zaman bulmaca çözmeye benzer mistik yanının tadı dururken şekil özellikleri ve kafiyelerini incelemekle mükellef oluyoruz. Edebi zevkin olmadığı bir toplumda "estetik"ten; yani güzelliğin felsefesinden söz etmek ne kadar mümkün olur, su götürmez. Haliyle eciş bücüş bir mimari, kötü bir trafik ve yemek zevkleriniz de etkilenir. Mimari denilince akla gecekondu mahalleleri, trafik deyince akla metrobüs durakları ve yemek denildiğinde ayaküstü yenilen içeriği ve yapılışı belirsiz, ayakta yenilen ve denetimden uzak "etimsi" malzemeler gelir.

"Hakikaten biz böyle bir toplum muyduk" sorusunun cevabı ise Süleymaniye Camii'nde, İpekyolu üzerinde dizi dizi sıralanmış kervansarayları ve Osmanlı Mutfaği gelir idi. Müzik konusuna nispeten daha yabancı olduğum için çok girmekten kaçınıyorum.

Bugün modern dünyada sömürgecilik faaliyetlerinin bir neticesi olarak "lingua franco"; Türkçe ifadesi ile uluslararası ortak dil mesabesine ulaşmıştır. Aynı şekilde İngilizlerin ve takipçileri Amerikalıların dil öğretimi esnasında hasleten ehemmiyet verdikleri bir diğer husus "kendi kültürlerini ve gelenekleri diğer ülkelere empoze etmektir." Öyle ki tamamen bizim kültürümüze yabancı olan "Cadılar Bayramı" gibi bir konuda çizgi filmler nedeniyle 5 yaşlarındaki herhangi bir Türk çocuğu "Hıdırellez"den habersizken bilgi sahibidir.

Küreselleşme elbette ki kaçınılmaz; lakin küreselleşme içinde bir küresel vatandaş olma ve tarihte yok olma tehdidi, bir de küreselleşme içinde "sele kapılmadan" sağlam köklere dayanarak "kendi" kalabilmek...

Ve Troçki'nin de söylediği gibi "Bir toplumsal hastalık zuhur etmişse önce şairleri ve yazarları yargılamak gerekir.

İngilizler ve Amerikalıların edebiyat geleneklerinde elbette farklılıklar mevcut. Bunu bir ayrıntı olarak şimdilik bir köşede saklayalım. Özellikle İngilizlerin son zamanlarda "Yüzüklerin Efendisi" dizisinin başarısı ile başlayan bir seri ile fantastik edebiyat diye adlandırılan bir romancılık tekniği ile yeniden bir kültürleşme; bir milenyum kültürleşme modeline giriştiklerini söyleyebilirim.

Az önce okuma zevki aşılamayı çok da başaramadığımızı tespitle; gençlerimizin bir şekilde bu gibi eserlere yöneldiklerini görüyorum. Okumanın elbette ki hayal dünyasına, düşünme biçimine ve bakış açılarına katkısı yadsınamaz. Ancak roman çerçevesinde ufkumuza açılan her pencere yine yazarın dünya görüşü ve hayat felsefesi nispetince bir pencere olacaktır. Velakin Türk eserlerini, mentalitesini, hayat tarzını sindirememiş, algılamamış ve anlamamış bir Türk genci için doğrudan özellikle "İngiliz ve Amerikan edebiyatı" üzerinden bir edebi zevk aşılanması ya da edinilmesinin sonucu durum pek de iç açıcı olmayacaktır. Var olan estetik anlayış boşluğu kendisini yazarın kültürü buyruğunca gelişecektir. Özellikle son dönemlerde "dövme" yaptıran gençlerin sayısının artması ve yaşanılan çarpık ilişkilerin artmasında öncelikle edebiyatın ve onun kanatların altında gelişen sinema sektörünün etkisin görmek çok da güç değildir.

George R. R. Martin'in eseri de edebiyatın ve belirttiğim üzere edebiyat kanatları altından yükselen ve bir sektör niteliğine haiz sinema sektörü için oldukça ilgi çekici bir meta. Neden mi?

Normalde bahsi geçen ülkelerde dizi sektörü sinemaya kıyasla çok daha küçük fakat sağlam senaryo ve yaşamın içinden olması ile kendine sinemaya nispet ile alt düzey izleyiciyi çeken bir meta olarak TV'lerde boy göstermektedir. The LOST dizisi ile başlayan bir furya ile birlikte artık dizilerin de sinema ile boy ölçüşebilecek hale gelmesi bu sektöre yeni bir soluk kazandırdı. Ve son dönemlerde yükselen fantastik edebiyat ve sinema ki asla bilim kurgu ile karşılaştırılmamalı ya da karıştırılmamalıdır; beraberinde yeni bir estetik anlayış ve buna dair bir altyapı getirdi.

Fantastik edebiyat denildiğinde genelde Türk insanları olarak hiçbir altyapısı olmayan yazarın kendi kafasında kurguladığı ve resmen uydurduğu hikayeleri tahayyül ederiz. Bu edebiyat türünün tamamen niteliksiz tarafı için bu yorumun doğru olduğunu farz edebiliriz. Fakat durum bu kadar basit değilldir. Bu işi nitelikli yapan ve kendisine yepyeni bir dünya kuracak kadar işi ileri götüren J. R. R. Tolkien için böylesi bir eleştiride bulunmak kuşkusuz eserin derinliğine inememekten olsa gerektir. Tolkien eserini yazarken kendisinin bir dil bilimci olması da nedeniyle mitolojik unsurlardan, dil gramer farklılıklarından hatta giyim, kuşam ve müzik alışkanlıklarına kadar her şeyiyle bir ütopik dünya kurmuştur. Nitekim Yüzüklerin Efendisi serisinin sonu da bu biçimde sonlanır. Sauron yenilir ve sürgündeki kral Aragon ve Elf Prensesi Arwen'in evliliği ve doğan oğulları Eldarion ile birlikte bir huzur dönemi doğar.

İşte sırf Tolkien'in bu başarısı ve doğurduğu retrospektif anlayış / akım George R. R. Martin'in şu sıralar oldukça gündemde olan ve yapımcısına oldukça hatrı sayılır paralar kazandıran, para kazandırmanın yanı sıra bir turizm sektörü oluşturan, görsel efekt teknolojilerine öncülük eden, insanların tepkilerini ölçümlemeye de yarayan "Game of Thrones" olarak bilinen ve birbirinin devamı olan eserlerine ciddi bir kapı aralamıştır. Öyle ki hayranları Martin'in eserini çabuk tamamlaması için internet üzerinden kampanya başlatarak 200 Milyon USD gibi ciddi bir para dahi toplamışlardır.

Fantastik edebiyatın dolaylı yoldan bir bilinç altı işleme yöntemi olduğuna herhalde hemen hemen herkes emindir. Çizgi romanların da bir nevi gelişmiş ve devam ettirilmiş hali olan bu akım mutlaka geçmişten, yani halk masallarından, efsanelerden ve mitolojilerden esinlenir. Elflerden tutun da cücelere, trollere, ejderhalara kadar tüm fantastik öğelerin mutlaka yeri vardır. Öyle ki aralarında bazı farklar da göze çarpmaktadır. Öyle ki özellikle Çin merkezli kültürde ejderhalar kanatsız iken, İskandinav mitolojisinde kanatlıdır. Bu gibi örnekler çoğaltılabilir. Şimdilik bu örnek yeterlidir, sanıyorum. Fantastik edebiyat kaliteli yazarların elinde bu doneler ışığında filizlenerek yeni bir anlayış için eski ile bağıntılı fakat yeni yorum olarak; yani tam kavramsal ifadesi ile "retrospektif" ürün olarak gençlere eski kültürün aktarılması olmuştur.

Örneğin, taht oyunları dizisinin tarihteki örneklemelerden esinlenmesine örnek olarak dizi karakterlerinden Stannis Baratheon'un, çocuk yaştaki Kral Joffrey'e saldırması ve sevilmeyen cüce amcanın akıllı taktiği sayesinde şehrin kurtulmasını gösterebiliriz. Sevilmeyen cüce amca su üstünde yanan bir sıvı kullanarak düşman kuvvetlerin gemilerini yakar. Bu bizim çok yakinen aşina olduğumuz birebir "grejuva - rum ateşi" nin ta kendisidir. Biraz daha dikkatli bakıldığında ise konu edilen kısmın esin kaynağı Arapların İstanbul kuşatması olduğunu anlamak zor da değildir...

Yazıyı burada keselim ve kalan değerlendirmelerimizi bir sonraki yazımız için saklayalım...

Devamı gelecek.

Allahû Âlem (En doğrusunu Allah bilir.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder