6 Nisan 2015 Pazartesi

Çağhan Sarı - Dumlupınar Faciası

4 Nisan 1953 tarihinde Çanakkale Nara burnu açıklarında İsveç Bandıralı Naboland şilebi ile Dumlupınar denizaltımızın kazası saatler içerisinde tüm ülkeyi yasa boğdu. 81 deniz aslanı Çanakkale'de şahadete ulaştı. Yıllar sonra Dumlupınar için şiirler ve kitaplar yazıldı, belgeseller çekildi. Nisan sayısında Dumlupınar'ı bir kez daha hatırlamak vesilesi ile yazıyoruz.

Dumlupınar denizaltısı Balao sınıfı olarak İkinci Dünya Savaşı yıllarında Amerika Birleşik Devletleri'nde yapıldı. 24 Nisan 1944 tarihinde USS Blower adıyla hizmete başladı. Newland denizaltı üssünden ayrılan Blower ilk cephe görevi için Panama'ya giderken bir devriye botuyla çarpışarak talihsiz bir başlangıç yapmıştır. Blower'in yara aldığı yer, yıllar sonra onun son yarasını alacağı yerdir. Savaş sonunda Amerika, yardım programı kapsamında 1950 yılında Blower denizaltısını ülkemize hibe etti. Adı Dumlupınar oldu. Dumlupınar'la beraber Amerika'nın hediye ettiği diğer denizaltıya da Çanakkale adı verildi. Denizaltı, Türk heyeti tarafından 10 haftalık bir eğitimin ardından donanma ile ülkeye geldi. 19 Aralık'ta İstanbul boğazında amiral gemisi Yavuz'un top atışları altında denizaltının donanmaya katılma töreni tamamlandı. Ancak Dumlupınar denizaltısının makus talihi yeni filosunda da devam etti. Dumlupınar'ın iki defa kanatlarının kaza geçirmesi ve daha önce Dumlupınar adını taşıyan İtalyan yapımı bir başka denizaltının da 1949′da kaza yapması uğur ve uğursuzluk inancının güçlü olduğu denizciler için düşünüldüğünde insanı müteessir eden bir başka detaydır.

30 Mart 2015 Pazartesi

Türkiye'de Misyonerlik

Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.
*Jomo Kenyatta

Misyonerlik; görev, yetki, vekâlet, bir işin yapılması için verilen özel görev anlamına gelen "misyon" kelimesinden türemiştir. Bu işi yapan kimseye misyoner" ve misyonerin yaptığı işe de Türkçede "misyonerlik" denilmektedir. 

Misyon ve misyoner kelimeleri genel olarak bütün evrensel dinler için geçerli olmakla birlikte, Hıristiyanlık söz konusu olduğunda, tarihi süreç ve organize bir Kilise faaliyeti olması bakımından daha özel bir anlama sahiptir. Dinlerin kendi mesajlarını başkalarına yayma gayeleri olmakla beraber, misyon ve misyoner kavramları genellikle Hıristiyanlık için kullanılmaktadır. Latince kökenli olan kelime ilk defa Hıristiyanlar tarafından kullanılmıştır.[1]

28 Mart 2015 Cumartesi

Oğuzhan Yücel - Düşünmediklerimiz ve Osmanlı'da Rusya Korkusu

“Bir kişi dahi olsa Türk tarihinin doğru  bilinmesine
 vesile olabilirsek muradımıza ermiş oluruz…”
Ali Ahmetbeyoğlu[1]

Mensubu olduğumuz aziz Türk Milleti tarihin ilk dönemlerinden itibaren Çin içlerinden batıda Orta Avrupa’ya, kuzeyde Sibirya’dan güneyde Arabistan’a kadar yayılan geniş bir coğrafyada hüküm sürmüştür. Tarihte başka hiçbir millete nasip olmayan bu muazzam durum Türk Milleti’ne haklı olarak övünç kaynağı oluşturmuştur. Bu kadar geniş coğrafyada hüküm süren Türkler diğer topluluklarla yakın ilişki içerisine girmiş, onları etkilemiş ve etkilenmiştir. Bu cümleden olarak Türk tarihini okumak dünya milletlerinin tarihini okumaktır; ama doğru okumak.[2]
        

10 Mart 2015 Salı

Türk Milliyetçiliğinin En Mühim İhtiyacı: Muhatapları ile bir "Özeleştiri" Denemesi

“Bana hatâlarımı gösteren adamdan Allah (c.c.) razı ol­sun.”
Hz. Ömer

Şehid Mustafa Pehlivanoğlu

Burası "acayiplikler ülkesi". Ne yazayım diye düşünmenize çok gerek kalmıyor. Hele ki "gündem" üzerinden gitmeyi hesap ediyorsanız... Sosyal medyanın yaygınlaşması ile birlikte de kim, ne düşünüyor öğrenmek oldukça kolaylaştı. Hiç sevmesem de yine bir gündem yazısı yazıyorum. Umarım alışkanlık haline gelmez.

Bu hafta da her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldığını dile getiren iktidar partisinin, son mektubunda "Allah davası ölmez milliyetçilik yaşar" diyen ve akabinde idam edilerek şehid edilen Mustafa Pehlivanoğlu'nun yaşamını konu alan bir filme ön ayak olduğunu gördük...

5 Mart 2015 Perşembe

Koltuk Sevdası ve Hayaller Üzerine....


Üstnot: Bu yazı "Profesör Dr." Cemal Zehir nezninde, iktidara yanaşmak için hakikate gözlerini yuman tüm ünvan taşıyıcılarına ithaftır.

Hürmetli Hocalarım, Kıymetli Büyüklerim;

Başlamak oldukça zor, fakat hangi hayallerden söz ettiğinizi anlamakta güçlük çekiyorum.

Ülke üniversitelerinde terör örgütü adam öldürebiliyor. Bu mu sizin hayaliniz?

Terör örgütü yandaşları istediğinde tozu dumana katıyor. Eşinin yanında sokak ortasında askerlerinizin canını alıyor. Böyle miydi hülyalarınız?

Dünün en büyük iktidar müttefiği bir ay içinde en büyük vatan haini olabiliyor. Ülkenin sayıları milyonu aşan, yıllık bütçesi ile Balkanlardan bir ülkeyi en az beş sene mamur edebilecek kolluk kuvvetleri twitter'daki bir adamı tespit edemiyor. Acaba ben mi karamsarım?

26 Şubat 2015 Perşembe

Türbe, Tarih ve Ricât

Tarih için en güzel sözü büyük bir şairimiz demiştir. Tarih, araç sürerken dikiz aynasına bakmak gibidir der. Şimdi son günlerin en büyük hadisesi hakkında hülasa ve mütalaa yapalım.

Bir – Suriye'de bulunan Süleyman Şah türbesinin, Ertuğrul Gazinin babası Süleyman Şah olduğuna dair veriler maalesef kesin değildir. Hatta tarih ilmi ışığında, üstatların kronik dedikleri döneme dair – yada döneme en yakın tarihte- kaleme alınan teliflerde bunun Kutalmışoğlu Süleyman Şah olduğuna dair bilgiler daha ağır basmaktadır. Peki, neden bu türbe, Osman Gazi'nin dedesi olarak kabul edilmiştir? Bunun arkasında tarihsel bir veri değil hukuki bir istinat bulunmaktadır. Yani Türkiye ve Fransa arasında yapılan 1921 yılındaki anlaşmanın dokuzuncu maddesine göre burası Osman Gazi'nin dedesi Süleyman Şah'ın türbesidir. Türk devletinin toprağıdır. Bu hukuken kesinleşmiştir. Böyle kabul edilmiştir. Hatta tarih ilmi ışığındaki araştırmalarda bu türbenin 'makam' türbesi olma ihtimali dahi vardır. (Makam türbesi naaş bulunmayan, saygı için abide kabirlerdir)

25 Şubat 2015 Çarşamba

O. Berat Çelebi - Kafası Karışıklar Ülkesinde Alakasızlıklar Senfonisi

Yazımda iki ayrı portreden bahsedeceğim:

İlk bahsedecek olduğum kimseyi şahsen tanımam. Arkadaşlarının anlattığı kadarını biliyorum.

Ancak ülkücü ülkücüyü tanır. Üniversitede iseniz, size sizinle aynı durumda anne babasından ayrı, kimsesi olmayan ve kendi başına ayakta durmaya çalışanlar kadar yakın geleni olmaz. Evinizi paylaşır, lokmalarınızı üleşirsiniz. Lakin birde bu kişi "sizin gibi yaşayan, sizin gibi düşünen, sizin gibi konuşan velhasıl kelâm ülkücü"[1] ise bambaşkadır. Öyle ki birbiri ile ilk karşılaşmalarının ardından sadece 20 dakika geçse bile sizi evine davet eder, sofrasını açar ve yatağınızı serer. Bu ne hemşehricilikle, ne aynı takımı tutmakla ne de aynı bölümde okumakla kıyas edilebilir bir kardeşlik değildir. Yeri geldiğinde hiçbir tanışıklığınız olmasa da bir hengame esnasında "Tekbir" getirişinden tanırsınız ve yardımına koşarsınız. Ciğerlerin en derinine çekilen bir nefesin, vücudun bütün kuvveti ile ile verilerek kendine has ve biraz da "kurt hırıltısı" ile dışa vurulmasıdır. 3-4 kişi de olsa "40 çeri" kadar ses getirirsiniz.