29 Ağustos 2014 Cuma

Temren A. - Bir Bozkurt Hikayesi

Bir adam bir gün ormanda gezerken boz tüylü bir kurt yavrusu görmüş. Kurdun "arslan" gibi olan babası yanında kanlar içinde yatıyormuş. Anlaşılan yavrusunu korumak için canını vermiş yaşlı kurt.

Adam bu kurt yavrusunu almış evine götürmüş. Zavallı masum kurt yavrusu evde gezerken bir gün apartman yöneticisi görmüş kurdu ve demiş ki "ben apartman yöneticisiyim, ben apartmanımda kurt istemem, bunu ya öldür ya da bir kafese hapset!"

Adam da apartman yöneticisine çok saygı duyan mülayim bir insanmış. "apartman kurallarına uymak gerekir" diye düşünmüş ve yetim kurt yavrusunu kafese kapatmış. Yavru bozkurt daha ilk andan buna isyan etmiş. Devamlı hırlıyor, kafasını kafesin parmaklıklarına vuruyor, geceleri içli içli uluyormuş...

28 Ağustos 2014 Perşembe

Üstad(!) ve Zihniyet


İlime, öğrenmeye, bilmeye ve bilimsel bilgiye ihtiyacımız var; üfürükçülere değil. Kulu, kulluk görevlerinden dolayı, Allah’ın yerine yargılayanlar yüzünden bu haldeyiz.

Toplumumuzu etkilemenin, yönlendirmenin yolu maalesef dini, emellere alet etmekten geçiyor. İsmini burada anmanın kelime israfı olduğunu düşündüğüm bir şahıs da, yaşadığı her dönemin siyasi çerçevesinin içinde yer almak adına, tehlikeli çıkışlar yapıyor, dikkat çekmeye çalışıyor. Bir de ‘tarihçi’ sıfatını kullanıyor olması ve halkımızın bu kişiyi tarihi bilen olarak kabul etmesi, durumun vahametini ortaya koyuyor olmalı.

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Oğuz Yücel - Yemen Çöllerinde Biten Gül

“Bir adamı bana çok mu gördünüz? 
O benim yularsız aslanımdır…”[1]

Bu sözlerin Sultan II: Abdulhamid Han tarafından adına türküler yazılan Mihrali Bey için söylendiği konusunda Anadolu insanımızda umumi bir kabul ediş vardır. Evet, belki hâlâ sözün doğru olup olmadığı akademik camia için tartışma konusudur ama bizce “Yularsız Aslan” lakabı Mihrali Bey için söylenebilecek en güzel benzetmedir.

26 Ağustos 2014 Salı

Tarihi Türk Ocağı Binasında İran ve İlk Opera "Özsoy Operası"


İnkılap Tarihi dersi konularından Sadabat Paktı malumunuzdur. Türkiye, İran, Irak ve Afganistan’ın oluşturduğu paktın temeli 1934 Haziran’ında İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye ziyaretinde atılır[1]. Türkiye ve İran arasında kısa bir süre öncesine kadar gergin olan ilişkilerin yumuşamasının sembolü bu gezidir. Atatürk ve Rıza Pehlevi’nin yan yana sohbet ettikleri görüntüler ziyaretten günümüze ulaşan vesikalar arasındadır. Ziyaretteki bir anekdot ise tarihi Türk Ocağı binasında geçmektedir. Türk Ocakları’nın ziyaret sırasında kapalı olduğunu biliyoruz ve Türk Ocakları ile ilgisini hemen göremeyebilirsiniz. Ancak günümüzde İran ilişkileri ile İran’daki Türk varlığı hakkında çalışmalar yapılıyorken bu kısa anekdot tarihimizdeki bir başka ilke açılıyor.

Ziyaret öncesinde Atatürk, Şah Rıza Pehlevi onuruna bir opera sahnelenmesini isteyerek operanın konusunu da bizzat belirler.[2] Atatürk, Türk İran kardeşliğini işleyen bir öykü düşünmektedir. İran tarihindeki Türklüğe de gönderme yapacak eser için Münir Hayri Egeli’ye fikrini açar ve yazmasını ister. Adını da yine bizzat Atatürk koyar. Eserin adı Özsoy Operası olacaktır. Müzikler için İstiklal Marşı bestekarı Zeki Üngör’ün emekli olmasından sonra senfoni orkestrası şefi olan Adnan Saygun görevlendirilir. Derhal metinler yazılmaya başlanır. Eser üç perde on iki tablodan teşkildir. İlk Türk operasının yönetmenliğini de Egeli üstlenir. Koro, Musiki Muallim Mektebi öğrencilerinden oluşturulur. Koronun yönetmenliğine Gazi Eğitim Enstitüsü müzik öğretmenleri görevlendirilir. Bale için yine Musiki Muallim Mektebi öğrencilerinden yararlanılır. [3]

15 Ağustos 2014 Cuma

Eylül


Neden sevdiğimi anladım seni ‘Eylül’.

Ilık iklimin, masmavi akan nehirlerin ve kalabalık mevsimlerle çevrilmiş olan koca bir yılın içinde yazın güneşini sona erdiren sensin. Ruh bile bedeni terk edip giderken şu ömür içinde, iki-üç kişilik kalabalığa alışmış olan bana, adeta bir hatırlatıcı gibisin.

14 Ağustos 2014 Perşembe

İntihar Komandolarına Dair Paradoksal Bir Yaklaşım Denemesi: "İnsana Sıfır Değer Sorunsalı"

"Fitne katilden beterdir."
Bakara Suresi[1]

Şunu unutmayın ki, hiç kimse ülkesi uğruna ölerek kazanmamıştır. 
Savaşı ancak başka aptalların ölmesini sağlayarak, kazanabilirsiniz.
General Patton[2]

Afganistan'da yakalanan bir intihar komandosu
İslam Dünyası'nın yüz karası ve kara lekesi...

İslam'a yapılmış büyük bir hakaret ve maalesef İslam'ın temizliğine yakıştırılan ve neredeyse özdeş kılınacak kadar ileri gidilen bir fitne, bir iftira ve bir habis yakıştırma... Müslümanların ise bu konuda sesleri, maalesef ki çıkması gereken kadar yüksek çıkmıyor. Buna cevaz veren, fetva veren ve destekleyen bazı şer odakları da tam ciğerimizde konuşlanmış.

Yazıya girmeden önce "savaşarak can verenler" ile üzerlerine bomba bağlayanların ayrımını okuyucuya kesinkez yapmasını öneririm. Yazıda bahsi geçen intihar komandolarının işaret ettiği kişiler, kesinlikle "savaşan ile savaşırken" hayatını yitirenler değildir. Yazımızda çarşı pazar demeden, camii demeden, masum mücrim, sivil asker demeyen gözü dönmüş fitnecileri kastettiğimin altını çizmek istiyorum.

Peki, kimdir bu "İntihar Komandoları"? Psikopat manyaklar mı? Hayatlarını hiçe sayan toplum düşmanları mı? Yoksa gözü dönmüş sapık katiller mi? Elbette birçok şey söylenebilir. Tek tip "intihar komandosu"ndan bahsetmek oldukça güç olsa da genel hatlar üzerinden yazı içerisinde bir çerçeve çizmeye çalışacağız:

12 Ağustos 2014 Salı

Hitler'in Halk Arabası - Volkswagen

İkinci Dünya Savaşını konu alan filmlerin ve kitapların sayısı her sene artıyor. Bu artış Nazi Almanyası’na ve Hitler’e olan ilginin arttığının kanıtıdır. Elbette Amerikan sinemasının Nazi Almanyası’na ve Adolf Hitler’e yaklaşımı malum. Neticede Hitler’in caniliği tartışılmaz boyutlardadır.[1] 20. Yüzyılın en büyük kitlesel imhalarından tutun, üstün ırk oluşturma gayesi çerçevesinde girişilen işlemlere kadar bir çok hususta bu caniliği teyid edebiliriz. Türkiye’de de Hitler’e ve onun kitabı Kavgam’a karşı günden güne artan ilgi, sosyal paylaşım sitelerinden ölçülenebiliyor. Şimdi gelelim bu yazının başlıktan da anlaşılan konusuna. Şimdi hepimizin ‘kaplumbağa’ yada ‘vosvos’ diye bildiği, model adının üstünde marka adıyla anılan arabalardan ve o efsane markadan bahsedeceğiz. Söz konusu olan marka Volkswagen. Almanca tercümesi halk arabası. Arabanın üretim amacı da adıyla müsemma.

Almanya’da Hitler, her Almanın ya da hiç olmazsa her Alman işçisinin bir arabaya sahip olması gerektiğini düşünüyordu. Amerika da o yıllarda otomobil üretimi ve kullanımı yaygınlaşmıştı. Otomobil kullanımı her beş kişiden biri iken bu oran Almanya’da elli kişide bir idi. Hitler 990 mark -o dönem ki kurla 396 Abd doları[2]- maliyetiyle bir otomobil yapılmasını emretti. Bu araba üç çocuklu bir Alman ailesini rahatça taşıyabilmeli, 100 km de 6 litre benzinden fazla yakmamalıydı.