22 Ekim 2013 Salı

Boynu Bükük Şahin Figürü 1. Kısım



Makaleye linkten ulaşabilirsiniz:

Üst metin:
Seviyeli ve düşünen, entelektüel insanlar bulmak zor bugünlerde, özellikle bu camiada. Düşüneni de geçtim sadece seviyeliye de razıyım. Kısa kısa cevap vermeye çalışacağım. İslamcılar sermaye sahibi olduysa da buradan İslamcı muhafazakar bir kültür ve sanat ortamı oluşmadı diyor Coşkun bey. Kısmen haklı. Zaten ben de Türkiye'ye hakim bir kültür ve sanat ortamı oluştu demedim. Ben, son 10 senede İslamcı-muhafazakâr kültür ve sanat ortamındaki gelişmeyi görmemek mümkün değildir dedim. İkinci olarak, bu gelişmenin daha başlangıç olduğunu, sağlam bir kültür ortamını, gelecek İslamcı-muhafazakâr kuşakların yaratacağını söyledim. Hâlâ da aynı şeyi söylüyorum. Coşkun bey; "Yıldız ve Şenlikoğlu’ndan başka kimi çıkarabildiler?" diye soruyor. Cevap vereyim: "Dücane Cündioğlu, İskender Pala, Murat Menteş, Cemalnur Sargut, Sinan Yağmur, Nazan Bekiroğlu, Uğur Koşar, Turgay Güler, Mustafa Armağan, Serdar Özkan, Mürvet Sarıyıldız vs." Daha da zenginleştirebilirim listeyi... Bu yazarlar, son 10 yılda Türkiye'de en çok satan yazarlardır ve İslamî - muhafazakâr kültür ortamının yarattığı veya İslamî - muhafazakâr ortamı yaratan yazarlardır. Dikkat çekiyorum, son on yılda muhafazakâr kesimde en çok satan yazarlardır demiyorum, tüm Türkiye'de en çok satan muhafazakâr - İslamî ekol yazarlarıdır diyorum. Bilmiyorum ama Yıldız ve Şenlikoğlu'na nazaran hem nitel hem de nicel" bir gelişme var gibi gözüküyor bana..."

2 Ekim 2013 Çarşamba

Mehdîlik Problematiği

İslâm'ın sona ermezliğine, tükenmezliğine mukabil Müslümanlık(lar)ın sona erebileceğini, tükenebileceğini ve işbu 'sona erme'nin de külliyen ifnâ olma – innihaliton- değil fonksiyonelsizleşme anlamında kullanıldığına tekrar vurgu yapmak ve bunun sebebinin de İslâm'ın 'numena'sının, Hristiyanlık'tan farklı olarak, elimizi uzattığımızda elimize değecek kadar yakın olduğunu hâtırlatmak istiyor ve devam ediyorum: Biz tükenişin acısını bugün hissediyoruz – gerçekten hissediyor muyuz sâhi; ben hiç de öyle düşünmüyorum – ama tükenişin başlangıcı yeni değil, eski ve hattâ çok eski ve esâsı da, ana hatlarıyla hulâsa edilecek olursa, "dünyaya sırtını dönmek"ten ibârettir.
Durmuş Hocaoğlu[1]
Üst not: Böyle bir yazı yazmanın hem hassas hem de boyumu aşan bir hadise olduğunun farkındayım. Yazıdaki hatalar şimdiden affola...

1 Ekim 2013 Salı

Türk Milliyetçiliği'nde Savaş ve Şiddet



Not: Yazının ilk başlığı "Savaş Üzerine Sorgulama" idi. Türk Milliyetçilerinin daha çok dikkatini çekmek maksatlı Mete Üstadımın tavsiyesi üzerine "Türk Milliyetçiliğinde Savaş ve Şiddet" olarak değiştirilmiştir.

Mete Üstadım demiş ki:

"MİLLİYETÇİLİK VE ŞİDDET. Dünyadaki bütün milliyetçilik hareketleri şiddete meyyaldir. Bunun istisnası yoktur. Mussolini ve taraftarlarını düşünün, Franko ve taraftarlarını düşünün, İkinci Dünya Savaşındaki Japon milliyetçilerini düşünün, Amerikan milliyetçilerini düşünün, Nazileri hiç söylemiyorum bile... Peki neden? Çünkü milliyetçiler yaşama gerçekçi bakarlar. Yaşama gerçekçi bakmak iki şart dayatır bize: 1. Yaşama gerçekçi bakmak yaşamın bir savaş olduğunu görmektir. Bu savaşı her alt ve üst anlamıyla düşünebilirsiniz. 2. Yaşama gerçekçi bakmak yaşamın bir hayatta kalma şartıyla gerçekleştiğini kabul etmektir. (Self-preservation). Hayatta kalmak için uğraşmak, savaşmak bir nevî bencilliği doğurur. Milliyetçiler bu nedenle her şeyin başına milleti koyarlar. Bu bakış yaşamın şartlarıyla çok tutarlıdır. Bu nedenle dünyanın her yerinde milliyetçiler yaşamın savaş olduğunu bilerek millî varlıklarını korumak korumak için her an şiddete hazırdırlar. Bu Türk milliyetçilerine özgü bir durum değildir. Genel bir kuraldır. Bu nedenle, Türk milliyetçilerini bu duygudan soyutlamaya çalışmak milliyetçiliğin iki ayağını da kesmek demektir. İki ayağı kesildikten sonra milliyetçilik ayakta kalamaz. Yere düşen ise milliyetçilikten başka hiçbir şeydir. (Lütfen sen şiddet mi istiyorsun, kavga mı istiyorsun diye yorumlar yapıp kendi zekanızı küçümsemeyin. Şiddete hazır olmak demek yani şiddet ve savaş gerçeğini kabul etmek demek, şiddeti arzulamak demek değildir. Sadece hayatta kalma ve gelişme duygusunun teminatı demektir)."

20 Eylül 2013 Cuma

Alıntı: "Batıya Yön Veren Metinler/ 4. Cilt/ 3. Bin Yıl Eşiğinde / Saçaklı Mantık Devrimi"

Üst not: Alev Hoca'nın "Saçaklı Mantık" üzerine kaleme almış olduğu yazıların biraz kafasını gözünü kırarak "tek bir makale" haline getirmeye çalıştım. Kendisi görürse "Çocuk, sen ne yaptın böyle?" derdi diye tahmin ediyorum...

Bart Kosko adında bir adamla tanıştım. 1993 olmalı, 33 yaşındaydı. Genç adam, “Bir gün bilimin doğru olmadığını öğrendim!” diye başladı,

“Gününü hatırlamıyorum ama dakikasını hatırlıyorum. Yirminci yüzyılın Tanrısı, bundan böyle tanrı değildi! Bir yanlışlık vardı ve bilimle uğraşan herkes bu hatayı yapıyordu. Bir şey ya doğrudur ya da yanlış diyorlardı. Neyin doğru, neyin yanlış olduğundan her zaman emin olamıyorlardı. Emin oldukları tek şey vardı, o da bir şeyin ya doğru ya da yanlış olduğuydu. Çimenin yeşil olup olmadığını, atomların titreşip titreşmediklerini ya da Maine Eyaleti’ndeki göllerin sayılarının tek mi çift mi olduğunu söyleyebiliyorlardı. Bu iddiaları matematik ya da mantıktaki iddiaları gibi kesin iddialardı. Tümüyle doğru ya da tümüyle yanlış. Siyah ya da beyaz. 1 ya da 0.


19 Eylül 2013 Perşembe

27 Mayıs Cühelasına "Haddini Bil" Denemesi

''Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın.''

2 gün önce 17 Eylül'dü. Yani Adnan Menderes'in idamının yıl dönümü.

Bazı geri zekalılar yine aynı şeyleri tekrarlayadurdu. Güya 60 darbesini (onlara göre) Türkeş yapmıştı ve idamların faili de yine Türkeş'ti. Kendi kitapları haricinde farklı herhangi bir kitabı okumayan bir kesim için herhalde kaynağı kendinden bu tarz söylemleri defalarca tekrar etmek, kendi yalanına inanmakvari bir hareket olarak kendilerinde bir alışkanlık haline geldi.

7 Eylül 2013 Cumartesi

Ülkücü Hareketin Eğitim Meselesi ve Alparslan Türkeş Üniversitesi

Ülkücü Hareket bir eğitim ve kültür vakfı olarak en başından beri eğitimin profesyonel manada olmasa bile "alaylı" tarafından Türkiyemizin eğitim meselesinin içinde olmuş ve okullarımızda zuhur eden özellikle "milli manevi değerler" konusundaki açığı kapatmayı kendine amaç edinmiştir. Tabii ki bunun ne kadar başarması güç bir iş olduğunu hepimizin farkında olması gerekir.16 imparatorluk, 125 devlet ve üç kıtaya köklerini salmış bir kültürden bahsediyoruz.  


Kurulduğu yıllardan itibaren büyük işlerin imzacızsı olan Ülkücü Hareket kısıtlı şartlar ve imkansızlıklara "dönemin en büyük sivil toplum kuruluşu olmayı" başarmıştır. Ülkemizin yaşadığı siyasi depremler en çok kurumu etkilemesine rağmen varlığını değişik isimlerle de olsa kesintisiz olarak sürdürebilmeyi başarmıştır. Geçen hafta eğitim üzerine kaleme almış olduğum yazıdan ötürü almış olduğum bir e-posta üzerine Ülkücü Hareketin Eğitim Meselesi başlıklı birkaç yazı yazmak icab etti.

6 Eylül 2013 Cuma

Devlet Babanın Metruk Çocukları



Vatan namustur, kaderine terk edilemez.
Gazi Mustafa Kemal

Galip Erdem, 80 Darbesi mahkemeleri görülürken hiç yapmadığı mesleğini; avukatlığını hatırlamış ve cübbesini giymiş. Ötüken Yayınlarından çıkan "Ülkücünün Çilesi" kitabında O'nun kaleminden çıkan her biri ciddi bir zeka ürünü yazıları okurken benim de bir "öğretmen" olduğum aklıma gelmiş olmalı ki eğitim hakkında bir yazı yazmaya "besmele" çektim. 

Eğitim hadisesi Türkiye'mizde bir hayli bir kurcalanan, önceleri her hükümet dönemi; kelimenin manasını yanlış idrak etmiş olacağız ki bir kez tadil edilen bir meselemizdi. Artık bu "tadilat" fecaatte kendini bir safha daha ileri götürmüş ve her bakan değişiminde bir eğitim sistemi değiştirir hale gelmiş durumdayız. Öyle ki Tanzimat'tan bu yana eğitim sistemimiz 90'dan fazla kez değişmiş ve değişim sayısı 100'e yaklaşmıştır.